4/15/2009

Egemen ve Rüzgar'ın Yedinci Ayı


Egemen ve Rüzgar ile ilgili en son yazımı yazdıktan sonra yaklaşık bir ay geçmiş. Artık yedinci ayları içindeler.Tabi bu geçen zaman sürecinde hayatlarında bazı değişiklikler oldu.
Örneğin kahvaltı etmeye başladılar. Hem de mama sandalyelerine oturmak suretiyle. Tam oturamadıkları için doğduklarından beri mamalarını yatarak yiyorlardı. Şimdi oturma pozisyonuna tam anlamıyla olmasa da geçtiler ve yemek faslı artık daha rahat geçiyor. Ama Egemen aynı şekil durmaktan bir süre sonra sıkıldığı için farklı bir boyuta geçme isteğiyle bağırmaya başlıyor zamanla alışmasını ümit ediyoruz. Kahvaltı menümüzde yumurtanın sarısı, beyaz peynir ve pekmez var şimdilik. İlerleyen yıllarda kendilerine sucuklu ve pastırmalı nefis yumurtalar yapacağım. Doktorları , yumurtanın beyazı, bal ve inek sütünü alerjik olma ihtimaline yüzünden vermememizi söyledi. Ayrıca ekmekte çok gerekli değilmiş. Bunun dışında et, tavuk ve balıkta yiyebilecekler. Tabi haşlanmış ve tuzsuz olarak. Mangal yapacağımız günlerin de geleceğini düşünerek bugünleri atlatacağımız inancındayım.
Rüzgar emekleme yolunda epeyce ilerledi. Henüz ayaklarını sırayla atmayı keşfedemese de iki ayağını kolları yardımıyla ileri atabiliyor. Egemen ise iki kolu üzerinde dikilerek poposunu dışarıya doğru çıkarıp dizleri üstünde zıplama evresinde. Rüzgar oyuncak harici gördüğü televizyon kumandası, oyuncak sepeti, cep telefonu, ıslak mendil paketi gibi materyallere uzanıp tadına bakma telaşında, çıngırak gibi diş kaşıyıcısı gibi bebekler için yapılmış ürünler ilgisini fazla çekmiyor. Egemen ise yukarıda saydığım ilgili ilgisiz tüm maddeler onun çekim alanı içinde değil. Daha bohem , marjinal ve umarsız bir hayat yaşamakta.
Artık bu ayın sonları itibariyle daha hareketlenmelerini ve buna paralel olarak bizlerin de daha hareketleneceğini tahmin ediyorum. Bu arada bugüne kadar daha kendi halinde ve sakin olarak düşündüğümüz Rüzgar yavaş yavaş canavarlaşmaya başlıyor. Hadi bakalım hayırlısı...

3/24/2009

29 Mart 2009 Mahalli Seçimleri Üzerine Tahminlerim

Türkiye yeni bir seçim ile karşı karşıya. Pazar günü itibariyle mahalli yöneticilerimizi tekrar belirleyeceğiz.

Kişisel olarak bu seçimler çok fazla ilgimi çekmiyor. Çünkü her seçim dönemi yaşadıklarımız bir kere daha önümüze ısıtılıp servis ediliyor. Her dönem aynı klasik sahneler. Genel başkanların ağız dalaşları, hayalden öteye geçemeyecek vaatler, etrafta uçuşan ilanlar, bol gürültülü seçim konvoyları.

Şüphesiz bu seçimlerin en hatırlanacak isimlerinin başında sakin güç Kemal Kılıçdaroğlu geliyor. İstanbul da ki seçim yarışına bir hareket getirdiği kesin fakat sakin sakin meclisteki odasına dönme ihtimali de çok fazla. İlerleyen dönemlerde Deniz Baykal’ın karşısına çıkabilir mi yoksa denizde boğulanlar arasına mı karışır hep birlikte göreceğiz. Malum seçim heyecanıyla bir takım insanlar bu sefer İstanbul’da değişim yaşanacağına inanıyorlar örnek olarakta Bedrettin Dalan’nın Nurettin Sözen’e en güçlü döneminde başkanlığı kaptırmasını gösteriyorlar ama o dönem ki şartlar ile bu dönemin farklı olduğunu düşünüyorum. Her zaman görülmüştür ki seçim öncesi yapılan anketlerin çoğu hayalkırıklığı ile sonuçlanır.O süreç için anlık heyecan verici ve tarafları gayrete getiricidir.

Seçim maratonu uzun bir yol olup ciddi hazırlık ve alt yapı çalışması gerektiren organize bir harekettir. Seçime bir ay kala yapılan çalışmalar kalıcı bir sonuç getirmez. Keza Kılıçdaroğlu’nun adaylığıda son dönemde iktidar partisine karşı ortaya çıkardığı dosyaların kamuoyunda ses getirmesi ile oldu. Bu dosyalardan önce dar bir çevre dışında Kılıçdaroğlu’nun ismini bile bilmiyordu.

Bu ortamda göz önünde olan iktidar partisinin adayı oldukça şanslı çünkü insanların karşılaştırma yapabileceği kriterleri var. Seçmen kitlesinin belediye faliyetlerinden memnun olması yönetimdeki belediyenin devamı için büyük şans yaratıyor.

Aslında aynı durum diğer şehirler için de geçerli. Fakat bu ezberin bozulması gerekiyor artık özellikle de Ankara’da . İstanbul ile ilgili olarak iktidar partisinin kazanacağı beklentisi içindeyim fakat nedense Ankara için böyle bir beklentim yokl. Artık Ankaralıların Melih Gökçek’ten kurtulacağını düşünüyorum belki de öyle istediğim için altıncı hissim de aynı doğrultuda sinyaller veriyor.

Bu yazım pazar akşamı oylar sayılıp sonuçlar belli olduktan sonra belki hiçbir şey ifade etmeyecek fakat eğer dediklerim çıkarsa ki özellikle Ankara için işte o zaman ben demiştim diyeceğim.

Bakalım sağduyu kazanacak mı ?

3/19/2009

Egemen ve Rüzgar'dan Son Haberler

Cumartesi günü itibariyle Egemen ve Rüzgar’ın hayatına artık yeni tadlar katıldı. Doğdukları günden beri anne sütü ve yine anne sütüne en yakın olduğu idda edilen Milupa firmasının Aptamil isimli hazır mamasını yiyen ufaklıklar cumartesi günü itibariyle meyve suyu, sebze çorbası ve yoğurt ile tanıştılar. Artık ara öğünlerinde sırasıyla annelerinin hazırladığı bu yiyecekleri de yiyorlar. Tabi çok istekli olmadıkları bastıkları yaygaradan belli oluyor. Aslında daha çok Egemen yeniliğe muhalefet etmekte fakat meyva suyu ve taze meyva ile tatlandırılan yoğurda ilgisi de oldukça fazla. Babası gibi tatlı düşkünü olacağının sinyallerini veriyor. Ağzı yeni tadlara alıştıkça sakinleşiyor fakat yağsız tutsuz sebze çorbası vaktinde kıyametler kopuyor. Rüzgar daha mülayim bir kişilik olduğu için kendisi fazla direniş göstermeyerek afiyetle yemeye devam ediyor.
Artık eve geldiğimde beni daha çok tanıyorlamış gibi baktıklarını düşünüyorum. Birbirimiz ile etkileşimimiz arttıkça daha keyifli anların bizi beklediğini biliyorum.

3/17/2009

Bugün Benim Doğum Günüm

17.Mart.1973 senesinde canım annem beni dünyaya getirdiğinde acaba geride bıraktığım 35 yıllık hayatımın nerede ve ne şekilde olacağını aklından hiç geçirmiş miydi acaba ?

Ankara da başlayan yaşam yolculuğumun İstanbul ve tekrar Ankara daha sonra Eskişehir ve tekrar Ankara olmak üzereyken bir daha İstanbul’a çevrileceğini tahmin bile etmemiştir muhtemelen.

Otuz altıncı yaşıma bastığım bugün itibariyle blog sayfama günün anlam ve önemini ifade eden bir yazı yazmasam olmazdı. Bende yazıdım tabi ki ve yazıma da annem ile başladım. Çünkü doğum günü dediğimizde aklımıza ilk gelen doğumu gerçekleştiren kişi olmalıdır diye düşünmekteyim.

Tamamen düz mantıkla doğum gününün sebebi annelerdir. Babalar ise yardımcı oyuncudur ve her zaman onlar da ödülü hak eder.

Baba konusu gelmişken bu seneki doğum günüm hayatımda baba olarak geçirdiğim ilk doğum günü olması nedeniyle benim için çok özel bir anlam ifade ediyor.

Aslında 8.Ekim.2008 tarihi itibariyle geçen her günüm Egemen ve Rüzgar’ın varlığıyla daha bir önem kazandı. Hayatıma kattıkları heyecan ve mutluluğun tarifi gökyüzüne resim yapmak gibi.

Zaman kavramı o kadar değişik ki geçen otuzbeş senemi düşündüğümde bir o kadar uzun ama bir o kadar da kısa geliyor.

Kolej yıllarım olsun üniversite yıllarım olsun çalışmaya başladığım yıllar olsun hepsi sanki çok uzun yıllar önce yaşanmış gibi ama çokta gerilerde değil gibiler.

Kırklara gelmeden otuzlu yaşları en verimli şekilde yaşamak gerekiyor.

Tabi daha dikkatli ve hatalardan ders alarak.

Herkesin resim yapabilmesi dileğiyle...

3/10/2009

Egemen ve Rüzgar Altı Aylık

2009 senesinin üçüncü ayına geldik. İlkokul da öğretildiği üzere ilkbahar mevsimine dahil olan ayların birincisi mart ayı.
Benim için en önemli tarafı ise doğduğum günün bu aya denk gelmesi. Diğer taraftan bu ay itibariyle Egemen ve Rüzgar altıncı aylarına girmiş oluyorlar. Artık iyice hareketlenmeye ve tepki vermeye başladılar.
Gerçi Egemen’i yatay duruma getirdiğimiz her anda bağırarak tepki veriyordu ama artık iki elini destek yaprak yavaş yavaş geriye doğru hareket etmeye başladı. Rüzgar ise yastık gibi benim göbeğim gibi destek alacak bir yer bulduğunda zıp zıp zıplamakta.
Rüzgar’ın doğduğundaki saçları döküldü ve sadece ön tarafında bir tutam saçı kaldı tabi bu arada alttan yeni saçları çıkıyor. Doğduğundan beri çok az saçları bulunan Egemen’nin ise sarı kızıl tonundaki saçları çoğalmaya başladı hatta gürleşti bile diyebiliriz. İkisi de yedi kiloyu geçtiler. Artık onları taşımak ilk zamanlardaki gibi kolay olmuyor. İlerleyen günlerde ise çok daha zorlaşacağı aşikar.
Dünyaya geldiğimiz dönemler bizler için ayrı önem taşır. Ne ilginçtir ki benim doğduğum 1973 senesi Boğaziçi Köprüsü’nün kullanıma açılmasıyla hatırlanırken oğullarımın doğduğu 2008 senesi belki de 1928’den daha ağır bir kriz olan dünyadaki ve Türkiye’de ki ekonomik kriz ile hatırlanacak. Benim için seksenler kendine özel ve özlem duyulan bir dönemdir.
Ama Egemen ve Rüzgar için ikibinonlu yıllar ve devamı çok özlem ile hatırlanacak dönemler olmayacak gibi. Umarım haksız çıkarım. Seksenlerde her ne kadar ülke karmaşa içinde olsa da seksenli yıllarda birbiriyle ilişki içinde olan insanların daha samimi ve içten olduklarını düşünüyorum.
Bunun yanında o dönemlerde günlük hayatımızın teknolojinin yarattığı karmaşadan daha uzak olduğu, henüz kredi kartlarının herkesin cebine girmediği ve alışveriş merkezlerinin inşa edilmediği için sürekli yenilenen ve yinelenen ihtiyaçlarımız yokken daha huzurlu ve mutlu olduğumuzu düşünüyorum.
Milenyum çağı dediğimiz ikibinli yıllardaki gelişmelerden tabi ki gayet memnunum ama öyle bir sarmala itiliyoruz ki insan doğası gereği sürekli isteklerin ve ihtiyaçların sonu gelmediğinden her daim daha gelişmiş ve hayatı daha kolaylaştıran ürünler önümüze sürülüyor, çoğumuz da bu ürünlere doğal olarak sahip olmak istiyor.
Oysa ki seksenlerde sahip olmak istediğimiz en gelişmiş ev aletleri ; bombe ekranlı renkli televizyon ve Beta ve VHS diye iki formatta bulunan videolardı.
Yıllar geçiyor, ihtiyaçlar değişiyor. Değişmeyen tek şey ülkemin makus talihi.

2/24/2009

Cesur Yürek Bülent Korkmaz

Galatasaray’ın yeni teknik direktörü Bülent Korkmaz.


Galatasaray tarihinin rekortmen kaptanı. Nam-ı değer ‘’ Cesur Yürek’’.
O kadar cesur bir yürek ki kendini bile bile aslanların önüne attı.
Şimdiden bir grup insan başarısız olacağına dair balonları uçurmaya başladılar.
Daha önce Ertuğrulları, Rızaları, Oğuzları, Rıdvanları yiyen parçalayan bu güruhun yeni kurbanı ‘’Cesur Yürek’’.
Türk futbolunda yer etmiş bir olgu vardır ki Türk futbolcusunun psikolojisinden en iyi yine Türk Hoca anlar.
Bence de doğru bir düşüncedir. Hatta Fatih Terim’in başarısının kaynağı kendisinin de futbolcu olmasından
dolayı Türk futbolcusunun yapısını çok iyi bilmesi ve yol haritasını buna göre çizmesidir.
Yabancı teknik adamlar her türlü teknik , taktik ve antrenman programlarını dünya standartlarına göre hazırlayıp
bu çerçevede çalıştıklarından dolayı bizim futbolcularımız ile genelde aynı frekansı tuturamazlar.
Bizim futbolcularımızı motive etmek için öncelikle onlar ile aynı dili konuşmak ve aynı tarza sahip olmak gerekir.
Biz Türk milleti olarak aidiyet duyguları en üst düzeyde olan insanlar olduğumuzdan bu durum desteklediğimiz
takımlara da yansır.
Bilent Korkmaz 25 yıllık Galatasaraylıdır ve bu takım için varığını yoğunu ortaya koymuştur.
Teknik direktörlük döneminde de aynı hırs ve azimle çalışacağına inancım sonsuzdur.
Başarılı olup olmayacağını şimdiden kimse bilemez fakat üst üste alınabilecek kötü sonuçlar
yukarıda söz ettiğim güruh tarafından pusuda beklenmekte olup bir an önce üzerine çullanmak
İçin fırsat kollanmaktadır.
Umarım Kaptan bu duruma direnir ve başarılı olur.
Elinde geçen bu çok büyük fırsatı değerlendireceğini düşünmekteyim.
Galatasaray taraftarının kendisine her daim sevgisi mevcuttur.
Perşembe günü de UEFA Kupası’nda takımına tur atlatarak bu taraftara ilk hediyesini vermesini
tüm kalbimle temenni ederim.

‘’ Cesur Yürek ‘’ evine hoşgeldin.




2/18/2009

Egemen ve Rüzgar'lı Günlerde Anılar ve Gazanfer Özcan

Geride bıraktığımız senelerin her daim en kısası olan şubat ayının da yarısını geçtik. Son iki günün bizim için en büyük gelişmesi Egemen ve Rüzgar’ın gece uykularına kendi başlarına yataklarında Hale ve benim fazla müdahalesi olmadan geçiş yapması oldu şüphesiz. Umarım bundan sonrada kendi kendilerine uykuya geçebilirler.
Egemen Rüzgar’a göre zorlanıp biraz daha fazla bağırsada bir süre sonra gelen giden olmayınca mecburen uykuyu geçti. Bakalım bundan sonraki süreci hep beraber göreceğiz.
Kendi başına uyumamak konu başlığı altında aklıma ilk gelenler, ben uyuyuncaya kadar bir süre anneanemin bana eşlik etmesidir.
1979 yılında Ankara’ya taşındığımızda malum ülkenin en karışık dönemleriydi. Daha altı yaşında olmama rağmen güvenli bir ortamda olmadığımızın farkındaydım. İstanbul’daki evimiz karakolun tam karşısında olması itibariyle kendimi daha güvenli hissediyor ve buna karşılık hiç bir bilmediğim bir şehrin bir semtinde evin oturma odasına göre daha arka tarafında kalan odasında tek başına uykuya dalmak bana çok kolay gelmiyordu açıkçası. Tabi hayatımın her döneminde olduğu gibi yine rahmetli anneannem yardımıma koşuyor ve uykuya dalana kadar bana eşlik ediyordu.
Dün akşam bir usta sanatçıyı daha kaybettik . Yeni jenerasyonun Avrupa Yakası dizisinin Tahsin Babası olarak bildiği fakat otuzlu yaşlar ve üstündekilerin Kuruntu Ailesinin reisi Hüsnü Kuruntu olarak tanıdığı Gazanfer Özcan hayatının son döneminde bile çalışarak daha doğrusu devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için çalışması gerektiğinden belkide aşırı yorgunluğun da etkisiyle aramızdan ayrıldı.
Tek kanallı TRT yıllarının aklımızda kalan keyifli dizileriden biriydi Kuruntu Ailesi. Dizinin çoğu kişi tarafından beğenilmesinin sebebi usta tiyatrocuların rol almasıydı diye düşünüyorum.
Aslında bu düşüncem her dönem televizyonlarda yer alan diziler içinde geçerli. Tiyatrooyuncularının yer aldığı diziler her zaman toplum tarafından beğeni ile takip ediliyor.
Örnek geçen sene aramızdan ayrılan Savaş Dinçel’in oynadığı Ekmek Teknesi dizisi, yine uzun yıllar TRT de izlediğimiz Bizimkiler , Ferhunde Hanımlar gibi diziler. Bunun nedeni ise ortaya konan oyunculuğun çok daha inandırıcı ve insanlara sıcak gelmesidir.
Kuruntulu olmak, olmamış ama olabilecek bir durum karşısında önceden evham yapmak, karamsarlığın bir başka tipi, bende biraz böyleyim sanırım işte Hüsnü Kuruntu karakterinde kendimden bir parça bulmam, belkide bu diziyi özellikle de Gazanfer Özcan’ı sevmemdeki etkendi ve ölümü üzerine hissettiğim üzüntü.
Hayatım boyunca hiç yüz yüze gelmediğim , gelsem bile tanımadığım birinin kaybına duyulan üzüntü duygusu nasıl tanımlanır bilmiyorum. Aynı duyguyu Barış Manço ve Kemal Sunal’ın ölümlerinde de hissetmiştim.
Hüsnü Kuruntu’nun heyecan ve panik içinde ordan oraya ağır ağır ve yaylanarak koşması, gözlüğünün üstünden attığı bakışlar, çalmaya uğraştığı kanun, yanlış anlamadan kaynaklanan komik durumlar, kızkardeşi ile atışmaları aklımda kalanlar.
Belkide çocukluğumdan kalan figürlerin yıllar ilerledikçe bir bir azalması hiç tanımadağım birinin ölümüne duyduğum üzüntünün nedenidir.


2/10/2009

Egemen ve Rüzgar Beş Aylık Oldu

08.Ekim.2009 tarihi itibariyle Egemen ve Rüzgar beş aylık oldular. Günler geçtikçe onlar ile birlikte geçirdiğim vakitlerin keyfide artıyor.

Tabi bu her daim gülüyoruz eğleniyoruz anlamında değil çünkü MVAB Egemen’e ilgiyi azaltığınızda ve yatay olarak geçirdiği süreyi artırdığınızda anında bağırmaya başlıyor. Son günlerde ağlamasını kesmek için yeni bir yöntem geliştirdim. Ağlamaya başladığı anda cep telefonumun müzik çalarından bir şarkı seçiyorum ve yanan sönen ışıklar eşliğinde Egemen bir süreliğine susuyor hatta uykusu varsa uyumaya bile başladığı oluyor. Sonuçta daha şimdiden cep telefonu bağımlısı oldu.

Bununla birlikte video kameraya da büyük ilgi duyuyor. Zamane çocukları tanımı bu olsa gerek. Egemen’i kameraya alırken kamerayı yan tarafa çevirince ağlamaya başlıyor kendisine döndürünce susuyor. Çekmeye başlayınca kameraya doğru bakıyor.

Keza Rüzgar da ne zaman çekim yapsam doğruca kameraya bakmaya başlıyor. Şimdiden yüzlerce fotoğrafları ve kamera kayıtları oldu daha dört ayı geride bıraktık zaman ilerledikçe harici disklerde depolayacak alan kalmayacak sanırım. Badalıoğlu ailesinin gündeminden Türkiye gündemi ile ilgili bir kaç söz edecek olursam en taze gelişme Maliye Bakanımız nam-ı değer Kemal Abi tedavi olmak için bugün ailesi ile birlikte Amerika Birleşik Devletlerine uçtu. Türkiye de ki tedavi yöntemlerini ve doktorları yetersiz buluş olmalı ki kendini Amerikalı doktorların ellerine teslim etti diye düşünürken orda da kendini bir Türk doktora emanet ediyormuş. Bu durumda niye gidiyor oralara?

Trakya’nın bağrından kopan Eskişehir milletvekilimiz renkli devlet adamımız Kemal Unakıtan’a acil şifalar diliyorum.

Bir iki gündür bir kısım medya, hükümet üyelerinin çocuklarının yaptıkları işler ile yakından ilgilenmeye başladı. Tabi ilginin yöneltilmesinde en önemli faktör CHP İstanbul Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı iddalardı. Önlerine gelen gol pasını kaleye yuvarlamak için pusuda bekleyenler doğal olarak golü atmak için hamleleri yaptılar . Bir taraftan da seçim anketleri manşetlere çıkmaya başladı. Şimdiden AKP’nin önde olduğu izlenimleri akıllara kazınmaya başladı.Bu arada Belediye Başkanımız Kadir Topbaş’ın zamanında çevirdiği filmi de unutmamak lazım.

Aslan yürekli kahraman başbakanımızın Davos Seferi sonrasında halı altına süpürülen ekonomik kriz haberleri sonrasında yerel seçimlerin yaklaşması gündemi bir kez daha değiştirecek.

Bunların yanında birde ikinci Recep İvedik fırtınası başlıyor. İnsanlar sevgililer gününde Recep İvedik2 filmine gitmeliler mi tartışmaları yapılıyor.

Recep İvedik sinema filmi midir yoksa sadece kayıt mıdır ? Recep İvedik filmine gidip gülenler sığ düşünceli, kültürel alt yapısı zayıf insanlar mıdır ve benzeri kalıp sorular, çeşitlermeler daha çok yazılıp çizilecek anlaşılan.

Sonuçta ortada net bir gerçek var ki bu filmin birincisini dört milyondan fazla kişi seyretmiş, televizyonda yayınlandığı gün izlenme oranları diğer programları epey geride bırakmış. Bence buradaki yöneltilecek klasik soru sanat sanat için mi yoksa sanat insan için mi yapılmalıdır?

Ben Recep İvedik filmini sinemada izlemedim daha sonra evde izledim. Seyrederken keyif aldım ve güldüm. Zaten film ile ilgili Çağan Irmak filmlerinde olduğu gibi bir beklentim de yoktu. Bir ton stresin altında yaşadığımız metropol hayatında AROG gibi bu tarz filmler sayesinde bir kaç saatliğine gülüp kahkaha atabiliyorsak fazlada beklentiye girmemek gerekir düşüncesindeyim.

Recep İvedik2 için sinemaya gider miyim bilmiyorum ama yazılı ve görsel medyada konu o kadar çok gözümüze sokuluyor ki açıkçası ister istemez filmi merak ediyorum.

Son maddem futbol. Sanki bu sene Anadolu’dan bir şampiyon çıkaralım sevdasıyla birileri bir takım gayretler içerisinde gibi geliyor.

Belkide başarısızlığa kılıf arıyorum. Fakat son yapılan hakem hatalarını gördükçe aklıma başka bir düşüncede gelmiyor açıkçası.

Herşeye rağmen 2008-2009 senesi uzun yıllar unutulmayacak bir sezon olacak umarım Galatasaray’ın şampiyonluğu ile son bulur.

2/02/2009

Aile Fotoğrafları

Fotoğraflar bir profesyonelin vizöründen. Doğumda da fotoğraflarımızı çeken Özer Özyön tarafından çekildi. Egemen genel tarzına uygun olarak bir çok karede bağrıp çağrırken görüntülendi. Rüzgar, efendi ve ağırbaşlı takıldı her zamanki gibi.
Artık karakteristik özellikleri iyice belirginleşip farklılaşmaya başladı.
Bende geleceğe dair tahminler yapıyorum bakalım ne kadarından haklı çıkacağım.
Baba olunca çocuklarında kendine dair bazı özellikler benzerlikler arıyorsun, sanırım normal bir durum olmalı.
Egemen benim durağan olmayan sürekli değişiklik isteyen tarafım, Rüzgar ise sakinlik ve dinginliği seven tarafım gibi geliyor.
Mükemmel bir duygu !

2/01/2009

Egemen ve Rüzgar Günlükleri

Zaman hızla akıp geçerken günlük koşuşuturmalardan dolayı buraya fazla vakit ayıramamaya başladım. Rüzgar ve Egemen hızla büyüyorlar.
Dördüncü aylarının içindeler.
Artık daha fazla yiyip daha fazla uyuyorlar.
Daha fazla hareket ediyorlar.
Egemen'i yüzükoyun bıraktığımızda santim santim yol almaya başladı.
Rüzgar ise olduğu yerde kendini döndürmeye çalışıyor.
Sabahları çok keyifli oluyorlar.
Bir arada geçirmek için günün en güzel zamanı sabahları.
Akşam oldukça banyo saatlerine kadar açlık ve uyku onları iyice zorladığı için genel akşamları daha zor geçiyor.
Akşam 22.00'den sonra ikiside uyuduğu zaman bizim için akşam tekrar başlıyor iki saatliğine...

12/29/2008

Bir Senenin Ardından

Senenin sonu geldi.

Herkes kendi penceresinden gördüklerini bir yerlere yazıyor.

‘’Kayıhan Dünyası’’ ismini verdiğim bu sanal ortamdaki penceremi de ben aralıyorum geride kalan seneye dair.

2008 senesini dünya , Türkiye ve bizim ev açısından değerlendirirsek oldukça hareketli bir yıl olarak geride kaldı.

2008 senesinde dünyada meydana gelen en önemli olay, Amerika’dan başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan küresel krizdi. Yılın ilk aylarında Amerika da ki ekonomik göstergeler krizin sinyallerini veriyor, ekonomistler ekim ayında tavan yapacak krizin haberlerini vermeye başlıyordu. Dünyanın en büyük finans kurumları arka arkaya zarar açıkladı, kimini devlet aldı kimi birleşme yoluna gitti, dünya çapında bir çok bankacı işsiz kaldı.

Olayın daha vahim tarafı asıl krizin derin etkilerinin 2009 yılında yaşanacağında dair uzmanların görüşleriydi.

İkinci önemli olay, Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk defa bir siyahi vatandaşın başkan seçilmesi ve dünya tarihinde yeni bir döneme başlanacağına dair oluşan görüştü.

Görev süresinin sonuna doğru kafasına ayakkabı fırlatılan ilk Amerikan Başkanı ünvanına sahip olan George W. Bush’a duyulan nefretin nedeni ortadoğu da birçok masum insanın ölmesinin tohumlarını atmasından başka bir sebep değildi. Küba’nın efsane lideri Castro görevini kardeşine bıraktı. Kosova bağımsızlığını ilan etti.

Çin’de 7.9 şiddetindeki deprem de otuz iki binden fazla kişi hayatını kaybetti.

Sırp kasabı Radovan Karadziç 12 yıl kaçtıktan sonra yakalandı.

İsrail Filistin halkını katletmeye devam etti.

Gürcistanda yüzlerce sivil hayatını kaybetti.

Korsanlar gemileri kaçırdı.

Atina’da 15 yaşındaki bir çocuğu polisin öldürmesi ülkede infiale yol açtı. Kendilerini anarşist ve iktidar karşıtı olarak tanımlayan gençler otomobilleri, karakolları ve bankaları kundakladı.

İşte dünya da yaşanan ve benim için önemli olan olaylar bunlardı.

Gelelim Türkiye’ye de neler oldu.

Terör karanlık yüzünü göstermeye devam etti. Diyarbakır’da, Güngören’de , İstinye’de ABD Büyükelçiliği’nin önünde ve ülkemin doğusun da güneydoğusun da.

Türban sorunu çözümlenemedi, laikler ve diğerleri arasındaki çizgiler belirginleşse de iyice birbirine karışmaya belki de alışmaya başladılar.

Deniz Baykal çarşaflı bir vatandaşa CHP rozeti taktı.

Youtube’a erişim yasaklandı.

Ergenekon davası başladı.

Aysel Gürel vefat etti , ölmeden çok kısa bir süre önce bir TV reklamında oynadı.

Bülent Ersoy’a halkı askerden soğuttuğu iddasıyla dava açıldı, beraat etti.

İktidar partisine kapatılmak istemiyle dava açıldı. Kapatılmadı , ceza verildi.

Tersanelerde işçiler hayatlarını kaybetmeye devam etti.

1 mayısta orantısız güçler hakim oldu.

61.Cannes Film Festivali ‘’En İyi Yönetmen’’ ödülü Nuri Bilge Ceylan’ a gitti. Ceylan kazandığı ödülü yalnız ve güzel ülkesine ithaf etti.

Fenerbahçe şampiyonlar liginde çeyrek finale kalırken aynı Fenerbahçe bir sonraki sezon şampiyonlar ligini 2 puanla ve sonuncu sırada bitiriyordu.

İngiltere kraliçesi ülkemize geldi Abdullah Gül ilk defa gri papyonu siyah smokini ile kraliçe adına verdiği yemeğe katıldı. Başbakan koyu renkli takım elbiseyi tercih etti.

Kapalı alanlarda sigara içmek yasaklandı.

Milli Takım Avrupa Şampiyonası’nda üçüncü oldu, son dakika galibiyetleriyle tarih üstüne tarih yazdı.

Metallica İstanbul’da konser verdi.

Banker Kastelli intihar etti.

Suna Pekuysal’ı kaybettik.

Abdullah Gül kayıp trilyon davasından hüküm giyen Necmettin Erbakan’nın kalan cezasını affetti.

Galatasaray 2007-2008 Turkcell Süper Ligi şampiyonu oldu.

Gazeteci Kazım Kanat hayatını kaybetti.

Can Dündar’ın ‘’Mustafa’’filmi büyük tartşmalara yol açtı. Seyretmedim .

Ve 2008 senesi bizim eve Egemen ve Rüzgar’ı getirdi.

Benim için sadece 2008 senesinin önemli olayı değil otuzbeş yıllık hayatımın en önemli olaylarından biri olarak Badalıoğlu ailesinin tarihindeki yerini aldı.

Hale öğretmenlik hayatına ara vererek annelik hayatına ilk adımları attı.

Bende haziran ayında Turkishbank’tan Akbank’a geçerek kariyerim adına önemli bir adım atmış oldum.

Tam anlamıyla 2008 senesi acı ve tatlı günleriyle geride kaldı.

2009 senesinden en büyük beklentim tüm ailem için öncelikle sağlık ve huzur gerisi su akar yolunu bulur.

Nice mutlu yıllar olsun…

12/22/2008

Egemen ve Rüzgar'ın İsimlerinin Hikayesi

Egemen ve Rüzgar’lı bir haftasonu daha geride kaldı. Halen tam olarak hastalıktan kurtulamasalar da geçen haftaya göre çok daha iyi oldukları kesin. Hatta Pazar günü gezmeye bile gittiler. Bugün itibariyle de verem ve karma aşılarını oldular. Egemen var gücüyle bağırmaya, Rüzgar içli içli mırıldanmaya devam etti.

Bu arada Egemen ve Rüzgar’ a isimlerini nasıl verdiğimizi anlatmak isterim. Her insanın doğal olarak sevdiği isimler vardır ve birgün çocuğu veya çocukları olursa o ismi veya isimleri vermek ister. Akıldan ve kalpten onlarca isim geçerken bazı isimler ön plana çıkar sonuçta anne ve baba çoğu zaman ortak bir veya birkaç isimde anlaşır veya anlaşması normal olandır. Ayırca aile büyüklerinin isimlerini de koymak gelenektir. Bizimde hamilelik sürecinde aklımızdan ve gönlümüzden çeşitli isimler geçti.

Özellikle Ilgın ve Ilgaz benim favori ikili ismimdi. Emir ve Demir’i de unutmamak lazım. Hale de Toprak ve Rüzgar üzerinde duruyordu. Anlaşılacağı gibi ikimizinde iki isim üzerinde anlaşması zor gözüküyordu. Bizde isim verme işini paylaşma yoluna gittik ikizlerimizin olması avantajını kullanarak. Yıllardan beri Egemen ismini de çok severdim Hale de Rüzgar’ı . Sonuçta herkes sevdiği ismi çocuğuna verdi babalarının isimlerini de peşine ekleyerek. Egemen Arif ve Rüzgar Oktay ömürlerinin sonuna kadar taşıyacakları oldukça uzun isim ve soyadlarına sahip oldular aynı babaları gibi.

12/18/2008

Egemen ve Rüzgar'lı Yetmiş Gün

En son yazımda Egemen ve Rüzgar’ın gülücüklerini bekliyordum. Her ne kadar son bir haftadır hapşırık ve öksürük duyuyorsam da ufak ufak gülümsemeler başladı. 08.Ekim.2008 saat 17.50 sularında hayatıma akan bu ikili geride bıraktığım yetmiş günde bana baba sıfatını eklediğim yeni hayatımda ne kadar zor ve sorumluluk isteyen bir dönemin başlangıcı olduğunu fakat bunların yanında da tarif edilemeyecek karşılıksız bir sevginin var olduğunu da gösterdi.
Özellikle geçtiğimiz son bir haftada onların hasta olması ve benim bir şey yapamamam karşısında hissettiğim çaresizlik ‘’evet baba olmak buymuş ‘’ dedirtti. Tabi bir şey yapamamak ile kastım daha çok ufak oldukları için ilaç kullanamadıkları ve enfeksiyonun geçmesini beklemekten başka bir çare olmamasıdır.
Geriye baktığım yetmiş günde ilk günlere kıyasla yol aldığımızı düşünüyorum. İlk haftalarda iki üç saat arası süren gece uykuları bazenbeş altı saati geçebiliyor. Daha doğrusu Rüzgar’ın geçiyor. Egemen belkide tam doymadığı için gece en az iki kere uyanıp ortalığı yakıp kavurabiliyor. Belki bu tespitleri yapmak için çok erken olabilir ama yavaş yavaş kişiliklerini belli eden sinyalleri vermeye başladılar.
En belirgin özellik Rüzgar ağlarken alt dudağını kıvırıp içten hafif sesler çıkartıyor ilk başlarda daha sonra sıkıntısının kaynağına göre sesinin şiddetini artırıyor. Egemen ise gözünü açar açmaz direkt çığlığı basıyor. Genelde gözyaşı eşlik etmeyen bu ağlamalar her akşam belli saatlerde tekrar ediyor.
Haftasonları dışarı çıkıp gezebiliyoruz. Bu konuda artık pratiklik bile kazandık diyebilirim. Bir hamlede ikili puseti arabanın arkasında çıkarıp kullanılır hale getirebiliyorum. Çünkü ilk başta puseti katlamayı beceremeyerek bebek malzemeleri satan bir mağazadan yardım almıştık.
Daha önemlisi Egemen ve Rüzgar’ı Hale olmadığında tek başıma idare edebiliyorum. Her ne kadar Sakarya Meydan Muharebesi ayarında mücadele etsem de bir şekilde Hale’siz zamanları geçirebiliyoruz. Tabi çocuklar emekleme ve yürüme safhalarına geçince ne kadar başarılı olabilirim yaşayıp göreceğiz.
Son söz; bana bu harika duyguları yaşattıran Allah’a milyonlarca kez teşekkür ederim.

11/23/2008

2008 ''Issız Adam'' Molası

Egemen ve Rüzgar'lı günlerimizde 45 günü geride bıraktık.Her ne kadar dışarı çıkmak büyük bir merasim olsa da hafta sonları dört kişi olarak gezmek üniversite yıllarımdan beri unuttuğum keyifli bir durummuş.

Bu haftasonu Egemen ve Rüzgar kardeşleri bir kaç saatliğine babaanne ve dedelerine bırakarak bir film molası verdik.Çevreden ve basında yazan yorumlardan ve Çağan Irmak adına da güvenerek ''Issız Adam'' filmini seçtik.En sonunda söyleyeceklerimi hemen baştan söylüyorum; ''Osmanlı Cumhuriyeti'' filmini tercih etseydik en azından iki kahkaha atmış olarak salondan ayrılabilirdik ama ''Issız Adam'' filmini seçerek vasat bir film seçmiş ve kısıtlı bulabildiğimiz zamanı kaybetmişlik duygusuyla salondan ayrıldık.

Sanat ile ilintili her türlü aktivitede isim yapmış olmak her daim ilgili sanatı takip edenler için çok önemli bir referanstır. Eğer bir yazarın veya bir bestecinin bir eserini beğendiyseniz bundan sonra ürettikleri her üretimi yeni bir heyecanla takip ve talep edersiniz.Bunun nedeni ise her daim beğenmiş olduğunuz eserdeki tadı tekrar aynı kişinin başka eserinden de almak isteğidir.

Tabi bu eserler beklentileri karşılamadıkça sanatçının marka değeri yeni ürettikleri açısından düşer ve prestij kaybeder. Benim düşünceme göre bu durum bir sanatçı için tehlikeli bir durumdur.

Türkiye'de de benzer durumlar yaşanır fakat bir grup tarafından bir eseri ile beğenilen sanatçı bu seviyeye eriştikten sonra ne yapsa beğenilir veya beğenilmiş gibi yapılır. Sanatçıda bu rahatlık içinde ne yapsam kabul görür mantığıyla hareket ederek popüler bir fügür olarak tüketim toplumu içinde yerini alır.

Çağan Irmak, ''Babam ve Oğlum'' filmiyle hepimizi bir sarsmıştı gerçekten. Bunun verdiği bir beklentiyle ''Issız Adam'' filmine biletlerimiz aldık ve Anadolu Yakası'nın en son açılan alışveriş merkezi Palladium'un Cinebonus Salonları'nın oldukça rahat koltuklarında yerimizi aldık.

Konunun aşk hikayesi olduğunu bildiğim için çok fazla beklentim yoktu ama konu o kadar sıradan ve beklendiği gibi gelişti ki, gerçekten Çağan Irmak'tan bu kadar sıradan bir film beklememiştim. Çizilen karakterler ve filmin geçtiği Beyoğlu o kadar bildik ve tanıdıktı ki filme sadece nostaljik şarkılar biraz renk verdi. İşitsel duyuları görsel duyularına göre daha önde olan biri olarak bir film veya dizide benim için en önemli kriter konu ile örtüşen müziktir. İyi bir görsel malzemenin müzik ile bütünleşmesi başarısı için temel bir gerekliliktir. Örneğin Asmalı Konak ve Bir İstanbul Masalı dizilerinin başarısındaki en büyük etken herkes tarafından beğenilen başarılı müzikleridir.

Filmin ilk on dakikası doyumusuz bir metropol erkeğinin cinsel aktivite çeşitliliği üzerine geçince acaba nasıl bir aşk filmine geldik diye düşündüm doğrusu. Daha sonra bu adama plak koleksiyonculuğu sosu ve Fransız filmlerinden fırlayan seçkin bir restorantın genç ve karizmatik işletmeciliği etiketide eklenince yap-bozun kareleri yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu. Tabi filmi seyreden hanımlarda filmin havasına girmeye başlıyorlardı. Bir sonraki sahnede ise beklenen aşk masalı çok tanıdık bir şekilde zoraki tesadüflerin gölgesinde yazılıyordu. Gerisi hepimizin defalarca seyrettiği tutkulu ve ihtiraslı aşk sahneleri, yemek yapma ritüelleri , bir köşelerde kalmış anne-oğul dialogları, küçük şehir-büyük şehir ikilemleri vb. derken ilk yarı bitti. İkinci yarı ise hap şeklinde seyirciye verilen ağdalı ayrılık ve ayrılık sonrası yaşananlar ve nihayet yıllar sonra iki aşığın tesadüf karşılaşması ve içlerinde sakladıklarını söyleyemeyerek seyirciyi vuran son ayrılık hikayesinin taraflardaki yarattığı travma. Acele ile gelinen beklenen final. Ve kulaklarda kalan nostaljik melodiler...

11/14/2008

Egemen ve Rüzgar'lı 40 gün


Egemen ve Rüzgar’ın aramıza katılmasından bugüne kadar yaklaşık kırk gün geride kaldı. Yeni hayatımın ilk kırk günü beklendiği gibi uykusuzluk, yorgunluk ve karmaşa ile geçmesinin yanında bir o kadar da kelimelerin tanımlayamayacağı bir sevgi yoğunluğu içinde geçti.
Bundan sonra kendimi ifade etmek adına yazacağım her satır, anne ve babalık duygusunu yaşayan herkesin dile getirebileceği duygular olsa da ben bir kere daha satırlara dökmek istiyorum.
Egemen ve Rüzgar ile birlikte olmak dünyanın en güzel ve özel anları benim için. Hayatımın bundan sonrasında onlarsız bir dünya düşünemiyorum. Onlara duyduğum sevginin tarifi , boyutu, hacmi yok. İki tam günü onlar ile birlikte vakit geçirebilmek için. haftasonlarını iple çekiyorum.

Annemin benim için hissetiklerini, endişelerini ve sevgisinin sonsuzluğunu çok daha net anlıyorum. İstisnaların kaideyi bozmayacağını varsayarak hayatımızda bizler için çizilen ve genelde çoğumuzun izlediği eğitim,kariyer ve evlilik döngüsünün en son halkası olan çocuk sahipliği safhasından sonra artık hayata dair beklentilerin sonuna gelindiğine dair bir kanı vardır. Oysa ben şimdi anlıyorum ki hayatımın bundan öncesi çocuklarımı büyütebilmek için bana verilmiş bir hazırlık dönemiymiş. Gereken donanımları edinmeme ve onların geleceğini hazırlamama imkan sağlayacak süreçmiş geçen otuzbeş sene.
Artık hayatım tam anlamıyla gerçekten başladı ve sabırsızca onların büyümesini ve geçen haftalık, aylık ve yıllık evreleri bekliyorum. Tabi ki sabırısızım ama aceleci değilim.Kırk gündür oğullarım ifadesiz olarak bana bakıyorlar bundan sonra gülücüklerini göreceğim zamana odaklandım. Bu zaman dilimleri yavaş yavaş ilerleyecek.
Kısaca çok keyifli bir yolculuğun daha başındayım.

10/17/2008

Egemen ve Rüzgar Badalıoğlu'nun Doğum Hikayesi


Yıl 2008, ekim ayının sekizinci günü, sonbahar güneşinin etrafı ısıtabilen son demlerindeyiz.
Üç buçuk saat kadar uyumuşum. Bir haftadır ısrarla ağrıyan şakaklarım uykusuzluk ile birleşince gözlerim şişmiş.
Günler, haftalar, aylar geçmiş ama saatler nedense geçmemekte ısrarcı.
Hale bir kaç saat sonra doğum yapmayacakmış gibi dışarlarda koşturmaca da.
Bende lacivert takımlarımı hazırlıyorum malum doğum ciddi iş.
Saat 14.00 gibi hastanedeyiz. Daha doğuma iki buçuk saat var. Odamıza yerleşiyoruz. Yavaş yavaş aile efradı ve dostlar toparlanıyor. Çok değil bir kaç saat sonra hastaneyi inletecek ve diğer hasta yakınları ile hemşireler tarafından uyarılacak olan koronun elemanları olarak herkes heyecan içinde.

Bu sırada hastaneye bizden önce gelen doğum fotoğrafçımız Özer Özyön yavaş yavaş ısınma fotoğraflarını çekmeye başlıyor.
Düğünümüzden sonra bir kere daha sadece bizim için objektifler üzerimizde.
Yaklaşık elliye yakın doğuma katılmış olan Özer içinde ikiz doğum çekimi kariyerinde bir ilk. Ve nefis kareler, ölümsüzler anlar yakalıyor hayatımızın en önemli gününde.
Saatler ilerledikçe kendisinin desteğiyle harika bir hamilelik süreci geçirdiğimiz doktorumuz Uzm.Dr.Bora Cengiz’in halen hastaneye gelmediğini öğreniyoruz.
Klinikte işlerinin bitmediğini ve çıktığında da bir İstanbul klasiği olarak trafikte kaldığının haberi geliyor akabinde stresim bir kat daha artıyor. Bora Bey’den önce assistanı geliyor saat 17.00 gibi operasyonun başlayacağını söylüyor ve bir kat artan stresime beş kat daha ekleniyor.

Saatler 17.00’yi gösterdiğinde Hale operasyona girmeye hazır. Bende kameralarım eşliğinde ameliyathane katına iniyorum. Tabi bu sırada gözyaşları sel olmuş Acıbadem yokuşundan Kadıköy’e doğru akmakta.
Doğumdan çok zaman önce kararlaştırdığımız ve doktorumuzdan da onay aldığımız benim de doğuma girme olayım ameliyathanenin kapısında hayal kırıklığı ile sonlanıyor. Hastanenin kurallarına göre fotoğrafçılar ve sağlık memuru olan babalar dışında kimse Acıbadem Hastanesi’nde doğuma giremezmiş. Tabi biz bu durumu doğuma dakikalar kala öğreniyoruz. 
O anda kan namına vücüdumda dolaşan kırmızı renkli ne çeşit sıvı varsa beynime doğru hücuma geçip kafamın içinde trampet çalmaya başlıyor.
Uzun zamandır hayalini kurduğum , çocuklarımın doğumuna tanıklık edememek beni ziyadesiyle üzerken sesimin tonunuda bir kaç perde artış ve tüm ameliyat ekibinin beni meraklı bir o kadar şaşkın gözler ile seyretmesi ve doktorumuzun istersem doğumu başka bir hasteneye alabilme olasılığımızı hatırlatırken bunun imkansızlığı ve gereksizliğini aynı anda aklımın bir tarafında düşünürken bir yanda da ortalığı ne kadar karıştırsam bir şans yaratırmıyım acaba diye gerginliği tırmandırıyordum. Sonuçta ise tıpış tıpış ameliyathane kapısının önünde yerimi alıyor ve dokuz doğurma safhasına geçiyorum.
Geçen bir on dakika sonrası çıkmayan candan ümit kesilmeyerek ameliyathaneye davet ediliyorum. Zafer kazanmış komutan edasıyla soyunma odasına giderek üstüme değiştirerek, ameliyathanede giyilmesi gereken giysileri kuşanıp kendimi Hale’nin başucuna atıveriyorum.
Tabi kameramı ordaki sağlık memuruna teslim ederek hayatımız boyunca unutamayacağımız doğum anlarının çekilmesine vesile oluyorum.

Hayatımda ilk ve umarım son defa ameliyathanedeyim. Herşey doktorlar dizisi gibi. Bir masa ve etrafında sadece gözleri görülen insanlar. Çeşitli cihazların başında onu kontrol edenler ve soğuk bir hava. Beni kan tutmasına karşı uyaranlar ise doğumun her anının içinde olacağımı o anlarda bilemiyorlar hatta bende bilmiyorum.

Operasyon fiili olarak başlıyor ama çalışmayan bir şeyler var. Doktorumuz ve ekibin uğraşları sonucu ne olduğunu bilmediğim alet bir süre sonra çalışıyor ama o sırada sanki vakit hiç geçmiyor. Ön hazırlık aşamalarından sonra etrafta dönen konuşmalardan artık doğum anının başlamak üzere olduğunu anlıyorum.
İlk olarak ağlayarak Rüzgar dünyaya geliyor arkasından Egemen uyur halde sessiz ve sedasız bir şekilde doğuyor. Egemen’i öyle hareketsiz çıkarıldığını gördüğümde bir an zamanın akışı kesiliyor ve neden sesi çıkmıyor diye soruyorum etraftaki sağlık ekibine. Doktorumuz da ‘’işte babaları bu yüzden doğuma almamak lazım’’ diyor yanındakilere. Bebekler temizlenmek üzere yan taraftaki bölüme alınıyor. Halen Egemen’den bir ses bir nefes yok. O sırada ekip müdahale ediyorlar ve bana yıllar gelen bir kaç dakikadan sonra Egemen oğlumunda sesini duyuyoruz.

Evet benim tarafımda babalık artık başlıyor. Hemen bebekler temizlenip göbek bağları kesiliyor ve havlulara sarılıp annelerinin sağ ve sol yanına iliştiriliyor. Bir anne için dünya üzerindeki en değerli an yaşanıyor. Bunları betimleyecek fazla sözcük olmadığı için bir sonraki sahneye geçiyorum. Evet sonraki sahne ve sahneler her doğum sonrası yaşanan klasik görüntüler. Sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar ve sarılmalar birbirine karışıyor.

Ocak ayında başladığımız maraton ekim ayının sekizinci günü mutlu son ile noktalanıyor.
Bu zorlu süreçte yanımızdan hiç ayrılmayan ailelerimize, akrabalarımıza ve yakın dostlarımıza bir kere daha teşekkür etmeyi borç bilirim.
Dünyamıza gelerek hayatımın bundan sonraki dönemine anlam ve değer katan canım oğullarım Rüzgar Oktay ve Egemen Arif’e de sayelerinde babalık onuruna ve duygusunu tattığım için ayrıca teşekkür ederim.
Teşekkürün en katmerlisi ise 37 hafta boyunca oğullarımızı taşıyan, o kadar zorluklara, sıcak bunaltıcı yaz gecelerine rağmen bir kere bile şikayet etmeyen, anneliği bir değil iki kere hak eden, bana dünyanın en güzel iki bebeğini veren biricik eşim Hale’nindir.

Gökten üç elma düşer genelde ama bu sefer dört tane düştü. Biri Rüzgar’ın , biri Egemen’nin, biri Hale’nin, biri de benim başıma...

9/25/2008

Hayat Devam Ederken

Yaşamın normal seyrinde akıp gittiği , sanki öylesine yaşayarak günleri arka arkaya devirip geride bıraktığımız zamanlarda hayat bir anda ortaya öyle olaylar koyar ki aslında monoton gözüken sıradan hayatımızın ne kadar değerli olduğu olgusunu hatırlatır.

Eylül ayının ilk haftası yaşadığımız annemin kalp krizi geçirmesi ve sonrasında geçen süreç, anlatmaya çalıştığım hayatın değerine dair verebileceğim en çarpıcı örnektir.

Otuzlu yaşlarımın tam ortasına geldiğim bu dönemlere baktığımda yakın çevremde ki dünyaya gelenlerin sayısının önemli ölçüde artması yanında, uzun yıllardır yani küçüklüğümden beri tanıdığım bildiğim yakın çevrem olsun dış dünyadan olsun hayatını kaybeden insanların sayısının çocukluk ve yirmili yaşlarıma kıyasla belkide göreceli olacak ama bana çok fazla geldiği duygusudur.

Çok klasik ama çokta doğrudur ki insan yaşlandığını kendisinden büyüklerin sayısının giderek azalmasıyla farkına varıyor. İnsan çocukluk ve gençlik dönemlerinde aile büyükleriyle sanki her daim bir arada olacakmış gibi onları hiç kaybetmeyecekmiş gibi düşünüyor. Hayatın gerçekleri ile karşılaşınca ise bir dolu havada uçuşan duygu ve düşünce ile kalıveriyor bir anda.

Ne mutlu ki geçen ay yaşadığımız bunalımlı günler yerini sağlık haberlerine bıraktı ve oğullarımın gelişinin heyecanına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Doktorumuz Bora Bey’in belirlediği tarih 9 Ekim Perşembe günü fakat bu tarihe kadar her an doğum gerçekleşebilirmiş. Bu yüzden hazırlıklı olmalıymışız. Zaten geçtiğimiz iki haftadan beri her şekilde hazırlığımız tamamlandı. Hale’nin bavulu kapının yanında hazır olarak bekliyor.

İşin adrenalin yüklü tarafı ise doktorun söyledikleri. Bebekler ne zaman canları isterse gelebilirlermiş ve bu durum genelde gece saatlerinde vuku bulurmuş. İşte baba olmak bundan sonra başlıyor diye düşünüyorum. Hamilelik süresince her türlü sıkıntıyı yaşayan anne artık yükün bir bölümünü de babaya aktarıyor.

Babalar için hamilelik en rahat dönem sadece rutin hayata ev işleri dahil oluyor. Bu süreçte ortada henüz birşey olmadığı için babalık duygusunun farkındalığı çok düşük. Fakat doğum sancıları başladığında babalık o an itibariyle başlıyor.

Kişisel öncelikli tercihim olan sancı yaşanmadan beklenen tarihte doğumun olması sonucunda ise sanırım oğullarım ile karşılaşılaşacağım ilk an babalık duygusunu tam anlamıyla hissedeceğim diye düşünüyorum.

Hayatımızda uzun veya kısa olsun belirlenmiş zamanların geçmesi zorunlu olduğu durumlar vardır. Başarılı olduğunuza emin olup sonucunu beklediğiniz sınavlar gibi askerliği tamamlayıp eve döneceğiniz terhis günü gibi çok iyi geçmiş bir iş görüşmesinden beklenen işe kabul edilme haberi gibi.

Fakat insanın çocuklarının doğacağı günü beklemesi ve bunun için en az yedi ay boyunca günleri, haftaları sayması diğer hiç bir duruma benzemiyormuş. Yaşamış ve tecrübe etmiş oldum.

Son günlere doğru yaklaştıkça bu duygu iyice değişik formlara giriyor ve düşünceler sürekli o günün üzerinde yoğunlaşıp tekrar tekrar beyinde yaşanıyor. Daha önceden hiç bilmediğim sadece çevremden gördüğüm ve duyduğum bir hayat düzeni içine giriyorum ki bu hayat belki yıllar boyunca benim değil doğacak çocuklarımın üzerine inşa edilecek olması gerektiği gibi.

Günlerce, aylarca, yıllarca sürecek hareketli bir çarkın içine gireceğim fakat şu anda öyle bekliyorum sessizce tam anlamıyla kuzu gibi.

Ve hayatımda ilk defa bir belirsizlik beni hiç endişelendirmiyor, korkutmuyor.

7/28/2008

Hayat Devam Ederken

Hayat her gün yeniden başlamaya devam etti geçen iki ayda.

Daha da bir heyecan ve sabırsızca başladı her yeni gün. Ekim ayının ilk haftasına kadar da sürecek bu maraton.

2008 senesi Badalıoğlu Ailesi tarihinin en önemli senesi olarak yerini aldı yıllar arasında.

Aile ikiden dörde mutluluklar milyon kare dörde katlandı.

Bu arada yeni bir iş , yeni bir ortam 20.06.2008 itibariyle özgeçmişimin en sonundaki yerini aldı.

5/29/2008

Günün Sözü

İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır.

Dostoyevski

5/28/2008

Avrupa Şampiyonası Öncesi Türk Milli Futbol Takımımız

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası daha başlamadan milli takım o kadar çok eleştirildi ki maçlar oynandıktan sonra insanlar ne konuşacak merak ediyorum.

Öncelikle Fatih Terim'in seçtiği kadro çok eleştirildi.Bugün itibariyle kadrodan çıkarılanlar tartışılmaya başlandı.

Türk milleti olarak her konuda engin deneyime sahip olan bizler bu futbol konusunu o kadar çok iyi biliyoruz ki hatta tüm liglerde oynayan futbolcuları çok iyi tanıyoruz, antrenmanlarda hep beraberiz bundan dolayıda kendimizde milli takım kadrosunu kurma hakkını görüyoruz.

Sonuçta sokakta her şey konuşuluyor ama gazeteci ve spor yazarları, toplumu yönlendirebilen bu insanlar tamamen yazıları okunsun ve gazeteleri daha çok satsın,televizyondaki programları daha çok izlensin diye sınırsız, fütursuz, kimi zaman dayanaksız iddalar ile kendilerine çıkar sağlama peşindeler.

Sonuçta bu milli takımı seçmek ile görevlendirilen kişi işini yapmıştır.Bundan sonra konuşulacaklar tamamen boş laf olarak gökyüzüne karışacaktır.Fatih Terim'in bu yazılıp çizilenleri çokta dikkate alıp umursadığınıda zannetmiyorum.

Bundan sonra yapılacak olan takımımızı desteklemektir.Onlara güvenmektir.

Benimde kişisel görüşüm sadece dışardan bir göz olarak seçilmiş bu milli takıma alternatif daha iyi isimler olduğu görüşüdür.

Fatih Terim daha iyi tanıdıklarına bu kadro da yer vermiştir.Tranzonspor'dan Tolga Zengin ve Ankaraspor'dan Emre Aşık dışındaki futbolcular üç büyük klubün futbolcuları ve lejyonerlerimizin seçilmesi,bu sene ligin flaş takımı olan Sivasspor ve istikrarlı çıkışını Türkiye Kupası'nı alarak perçinleyen Kayserispor'dan herhangi bir futbolcu kadroya girememesi bu tespitimin kanıtıdır.

Beni bu turnuva ile karamsarlığa iten husus bu sene Türkiye Lig'lerinde her ne kadar heyecan yaşansa da futbolun kalitesi Avrupa standartlarını yakalayamamasıdır.Bu teşhisi koymak içinde bu sene oynnan yurtiçi ve yurtdışındaki maçları seyretmenin yeterli olacağı görüşündeyim.

Basında yazılanlar ve çevremde konuştuğum birçok kişi turnuvadan hüsranla döneceği beklentisinde.Gelişmeler ve takımın hazırlık maçlarındaki oynadığı futbolda bu tezi güçlendiriyor gibi gözükmektedir.

Dileğim beklenen hüsranın zafere dönüşmesi ve Milli Takımımızın bizleri sokağa dökerek zafer şarkıları söyletmesidir.