12/29/2008

Bir Senenin Ardından

Senenin sonu geldi.

Herkes kendi penceresinden gördüklerini bir yerlere yazıyor.

‘’Kayıhan Dünyası’’ ismini verdiğim bu sanal ortamdaki penceremi de ben aralıyorum geride kalan seneye dair.

2008 senesini dünya , Türkiye ve bizim ev açısından değerlendirirsek oldukça hareketli bir yıl olarak geride kaldı.

2008 senesinde dünyada meydana gelen en önemli olay, Amerika’dan başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan küresel krizdi. Yılın ilk aylarında Amerika da ki ekonomik göstergeler krizin sinyallerini veriyor, ekonomistler ekim ayında tavan yapacak krizin haberlerini vermeye başlıyordu. Dünyanın en büyük finans kurumları arka arkaya zarar açıkladı, kimini devlet aldı kimi birleşme yoluna gitti, dünya çapında bir çok bankacı işsiz kaldı.

Olayın daha vahim tarafı asıl krizin derin etkilerinin 2009 yılında yaşanacağında dair uzmanların görüşleriydi.

İkinci önemli olay, Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk defa bir siyahi vatandaşın başkan seçilmesi ve dünya tarihinde yeni bir döneme başlanacağına dair oluşan görüştü.

Görev süresinin sonuna doğru kafasına ayakkabı fırlatılan ilk Amerikan Başkanı ünvanına sahip olan George W. Bush’a duyulan nefretin nedeni ortadoğu da birçok masum insanın ölmesinin tohumlarını atmasından başka bir sebep değildi. Küba’nın efsane lideri Castro görevini kardeşine bıraktı. Kosova bağımsızlığını ilan etti.

Çin’de 7.9 şiddetindeki deprem de otuz iki binden fazla kişi hayatını kaybetti.

Sırp kasabı Radovan Karadziç 12 yıl kaçtıktan sonra yakalandı.

İsrail Filistin halkını katletmeye devam etti.

Gürcistanda yüzlerce sivil hayatını kaybetti.

Korsanlar gemileri kaçırdı.

Atina’da 15 yaşındaki bir çocuğu polisin öldürmesi ülkede infiale yol açtı. Kendilerini anarşist ve iktidar karşıtı olarak tanımlayan gençler otomobilleri, karakolları ve bankaları kundakladı.

İşte dünya da yaşanan ve benim için önemli olan olaylar bunlardı.

Gelelim Türkiye’ye de neler oldu.

Terör karanlık yüzünü göstermeye devam etti. Diyarbakır’da, Güngören’de , İstinye’de ABD Büyükelçiliği’nin önünde ve ülkemin doğusun da güneydoğusun da.

Türban sorunu çözümlenemedi, laikler ve diğerleri arasındaki çizgiler belirginleşse de iyice birbirine karışmaya belki de alışmaya başladılar.

Deniz Baykal çarşaflı bir vatandaşa CHP rozeti taktı.

Youtube’a erişim yasaklandı.

Ergenekon davası başladı.

Aysel Gürel vefat etti , ölmeden çok kısa bir süre önce bir TV reklamında oynadı.

Bülent Ersoy’a halkı askerden soğuttuğu iddasıyla dava açıldı, beraat etti.

İktidar partisine kapatılmak istemiyle dava açıldı. Kapatılmadı , ceza verildi.

Tersanelerde işçiler hayatlarını kaybetmeye devam etti.

1 mayısta orantısız güçler hakim oldu.

61.Cannes Film Festivali ‘’En İyi Yönetmen’’ ödülü Nuri Bilge Ceylan’ a gitti. Ceylan kazandığı ödülü yalnız ve güzel ülkesine ithaf etti.

Fenerbahçe şampiyonlar liginde çeyrek finale kalırken aynı Fenerbahçe bir sonraki sezon şampiyonlar ligini 2 puanla ve sonuncu sırada bitiriyordu.

İngiltere kraliçesi ülkemize geldi Abdullah Gül ilk defa gri papyonu siyah smokini ile kraliçe adına verdiği yemeğe katıldı. Başbakan koyu renkli takım elbiseyi tercih etti.

Kapalı alanlarda sigara içmek yasaklandı.

Milli Takım Avrupa Şampiyonası’nda üçüncü oldu, son dakika galibiyetleriyle tarih üstüne tarih yazdı.

Metallica İstanbul’da konser verdi.

Banker Kastelli intihar etti.

Suna Pekuysal’ı kaybettik.

Abdullah Gül kayıp trilyon davasından hüküm giyen Necmettin Erbakan’nın kalan cezasını affetti.

Galatasaray 2007-2008 Turkcell Süper Ligi şampiyonu oldu.

Gazeteci Kazım Kanat hayatını kaybetti.

Can Dündar’ın ‘’Mustafa’’filmi büyük tartşmalara yol açtı. Seyretmedim .

Ve 2008 senesi bizim eve Egemen ve Rüzgar’ı getirdi.

Benim için sadece 2008 senesinin önemli olayı değil otuzbeş yıllık hayatımın en önemli olaylarından biri olarak Badalıoğlu ailesinin tarihindeki yerini aldı.

Hale öğretmenlik hayatına ara vererek annelik hayatına ilk adımları attı.

Bende haziran ayında Turkishbank’tan Akbank’a geçerek kariyerim adına önemli bir adım atmış oldum.

Tam anlamıyla 2008 senesi acı ve tatlı günleriyle geride kaldı.

2009 senesinden en büyük beklentim tüm ailem için öncelikle sağlık ve huzur gerisi su akar yolunu bulur.

Nice mutlu yıllar olsun…

12/22/2008

Egemen ve Rüzgar'ın İsimlerinin Hikayesi

Egemen ve Rüzgar’lı bir haftasonu daha geride kaldı. Halen tam olarak hastalıktan kurtulamasalar da geçen haftaya göre çok daha iyi oldukları kesin. Hatta Pazar günü gezmeye bile gittiler. Bugün itibariyle de verem ve karma aşılarını oldular. Egemen var gücüyle bağırmaya, Rüzgar içli içli mırıldanmaya devam etti.

Bu arada Egemen ve Rüzgar’ a isimlerini nasıl verdiğimizi anlatmak isterim. Her insanın doğal olarak sevdiği isimler vardır ve birgün çocuğu veya çocukları olursa o ismi veya isimleri vermek ister. Akıldan ve kalpten onlarca isim geçerken bazı isimler ön plana çıkar sonuçta anne ve baba çoğu zaman ortak bir veya birkaç isimde anlaşır veya anlaşması normal olandır. Ayırca aile büyüklerinin isimlerini de koymak gelenektir. Bizimde hamilelik sürecinde aklımızdan ve gönlümüzden çeşitli isimler geçti.

Özellikle Ilgın ve Ilgaz benim favori ikili ismimdi. Emir ve Demir’i de unutmamak lazım. Hale de Toprak ve Rüzgar üzerinde duruyordu. Anlaşılacağı gibi ikimizinde iki isim üzerinde anlaşması zor gözüküyordu. Bizde isim verme işini paylaşma yoluna gittik ikizlerimizin olması avantajını kullanarak. Yıllardan beri Egemen ismini de çok severdim Hale de Rüzgar’ı . Sonuçta herkes sevdiği ismi çocuğuna verdi babalarının isimlerini de peşine ekleyerek. Egemen Arif ve Rüzgar Oktay ömürlerinin sonuna kadar taşıyacakları oldukça uzun isim ve soyadlarına sahip oldular aynı babaları gibi.

12/18/2008

Egemen ve Rüzgar'lı Yetmiş Gün

En son yazımda Egemen ve Rüzgar’ın gülücüklerini bekliyordum. Her ne kadar son bir haftadır hapşırık ve öksürük duyuyorsam da ufak ufak gülümsemeler başladı. 08.Ekim.2008 saat 17.50 sularında hayatıma akan bu ikili geride bıraktığım yetmiş günde bana baba sıfatını eklediğim yeni hayatımda ne kadar zor ve sorumluluk isteyen bir dönemin başlangıcı olduğunu fakat bunların yanında da tarif edilemeyecek karşılıksız bir sevginin var olduğunu da gösterdi.
Özellikle geçtiğimiz son bir haftada onların hasta olması ve benim bir şey yapamamam karşısında hissettiğim çaresizlik ‘’evet baba olmak buymuş ‘’ dedirtti. Tabi bir şey yapamamak ile kastım daha çok ufak oldukları için ilaç kullanamadıkları ve enfeksiyonun geçmesini beklemekten başka bir çare olmamasıdır.
Geriye baktığım yetmiş günde ilk günlere kıyasla yol aldığımızı düşünüyorum. İlk haftalarda iki üç saat arası süren gece uykuları bazenbeş altı saati geçebiliyor. Daha doğrusu Rüzgar’ın geçiyor. Egemen belkide tam doymadığı için gece en az iki kere uyanıp ortalığı yakıp kavurabiliyor. Belki bu tespitleri yapmak için çok erken olabilir ama yavaş yavaş kişiliklerini belli eden sinyalleri vermeye başladılar.
En belirgin özellik Rüzgar ağlarken alt dudağını kıvırıp içten hafif sesler çıkartıyor ilk başlarda daha sonra sıkıntısının kaynağına göre sesinin şiddetini artırıyor. Egemen ise gözünü açar açmaz direkt çığlığı basıyor. Genelde gözyaşı eşlik etmeyen bu ağlamalar her akşam belli saatlerde tekrar ediyor.
Haftasonları dışarı çıkıp gezebiliyoruz. Bu konuda artık pratiklik bile kazandık diyebilirim. Bir hamlede ikili puseti arabanın arkasında çıkarıp kullanılır hale getirebiliyorum. Çünkü ilk başta puseti katlamayı beceremeyerek bebek malzemeleri satan bir mağazadan yardım almıştık.
Daha önemlisi Egemen ve Rüzgar’ı Hale olmadığında tek başıma idare edebiliyorum. Her ne kadar Sakarya Meydan Muharebesi ayarında mücadele etsem de bir şekilde Hale’siz zamanları geçirebiliyoruz. Tabi çocuklar emekleme ve yürüme safhalarına geçince ne kadar başarılı olabilirim yaşayıp göreceğiz.
Son söz; bana bu harika duyguları yaşattıran Allah’a milyonlarca kez teşekkür ederim.

11/23/2008

2008 ''Issız Adam'' Molası

Egemen ve Rüzgar'lı günlerimizde 45 günü geride bıraktık.Her ne kadar dışarı çıkmak büyük bir merasim olsa da hafta sonları dört kişi olarak gezmek üniversite yıllarımdan beri unuttuğum keyifli bir durummuş.

Bu haftasonu Egemen ve Rüzgar kardeşleri bir kaç saatliğine babaanne ve dedelerine bırakarak bir film molası verdik.Çevreden ve basında yazan yorumlardan ve Çağan Irmak adına da güvenerek ''Issız Adam'' filmini seçtik.En sonunda söyleyeceklerimi hemen baştan söylüyorum; ''Osmanlı Cumhuriyeti'' filmini tercih etseydik en azından iki kahkaha atmış olarak salondan ayrılabilirdik ama ''Issız Adam'' filmini seçerek vasat bir film seçmiş ve kısıtlı bulabildiğimiz zamanı kaybetmişlik duygusuyla salondan ayrıldık.

Sanat ile ilintili her türlü aktivitede isim yapmış olmak her daim ilgili sanatı takip edenler için çok önemli bir referanstır. Eğer bir yazarın veya bir bestecinin bir eserini beğendiyseniz bundan sonra ürettikleri her üretimi yeni bir heyecanla takip ve talep edersiniz.Bunun nedeni ise her daim beğenmiş olduğunuz eserdeki tadı tekrar aynı kişinin başka eserinden de almak isteğidir.

Tabi bu eserler beklentileri karşılamadıkça sanatçının marka değeri yeni ürettikleri açısından düşer ve prestij kaybeder. Benim düşünceme göre bu durum bir sanatçı için tehlikeli bir durumdur.

Türkiye'de de benzer durumlar yaşanır fakat bir grup tarafından bir eseri ile beğenilen sanatçı bu seviyeye eriştikten sonra ne yapsa beğenilir veya beğenilmiş gibi yapılır. Sanatçıda bu rahatlık içinde ne yapsam kabul görür mantığıyla hareket ederek popüler bir fügür olarak tüketim toplumu içinde yerini alır.

Çağan Irmak, ''Babam ve Oğlum'' filmiyle hepimizi bir sarsmıştı gerçekten. Bunun verdiği bir beklentiyle ''Issız Adam'' filmine biletlerimiz aldık ve Anadolu Yakası'nın en son açılan alışveriş merkezi Palladium'un Cinebonus Salonları'nın oldukça rahat koltuklarında yerimizi aldık.

Konunun aşk hikayesi olduğunu bildiğim için çok fazla beklentim yoktu ama konu o kadar sıradan ve beklendiği gibi gelişti ki, gerçekten Çağan Irmak'tan bu kadar sıradan bir film beklememiştim. Çizilen karakterler ve filmin geçtiği Beyoğlu o kadar bildik ve tanıdıktı ki filme sadece nostaljik şarkılar biraz renk verdi. İşitsel duyuları görsel duyularına göre daha önde olan biri olarak bir film veya dizide benim için en önemli kriter konu ile örtüşen müziktir. İyi bir görsel malzemenin müzik ile bütünleşmesi başarısı için temel bir gerekliliktir. Örneğin Asmalı Konak ve Bir İstanbul Masalı dizilerinin başarısındaki en büyük etken herkes tarafından beğenilen başarılı müzikleridir.

Filmin ilk on dakikası doyumusuz bir metropol erkeğinin cinsel aktivite çeşitliliği üzerine geçince acaba nasıl bir aşk filmine geldik diye düşündüm doğrusu. Daha sonra bu adama plak koleksiyonculuğu sosu ve Fransız filmlerinden fırlayan seçkin bir restorantın genç ve karizmatik işletmeciliği etiketide eklenince yap-bozun kareleri yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu. Tabi filmi seyreden hanımlarda filmin havasına girmeye başlıyorlardı. Bir sonraki sahnede ise beklenen aşk masalı çok tanıdık bir şekilde zoraki tesadüflerin gölgesinde yazılıyordu. Gerisi hepimizin defalarca seyrettiği tutkulu ve ihtiraslı aşk sahneleri, yemek yapma ritüelleri , bir köşelerde kalmış anne-oğul dialogları, küçük şehir-büyük şehir ikilemleri vb. derken ilk yarı bitti. İkinci yarı ise hap şeklinde seyirciye verilen ağdalı ayrılık ve ayrılık sonrası yaşananlar ve nihayet yıllar sonra iki aşığın tesadüf karşılaşması ve içlerinde sakladıklarını söyleyemeyerek seyirciyi vuran son ayrılık hikayesinin taraflardaki yarattığı travma. Acele ile gelinen beklenen final. Ve kulaklarda kalan nostaljik melodiler...

11/14/2008

Egemen ve Rüzgar'lı 40 gün


Egemen ve Rüzgar’ın aramıza katılmasından bugüne kadar yaklaşık kırk gün geride kaldı. Yeni hayatımın ilk kırk günü beklendiği gibi uykusuzluk, yorgunluk ve karmaşa ile geçmesinin yanında bir o kadar da kelimelerin tanımlayamayacağı bir sevgi yoğunluğu içinde geçti.
Bundan sonra kendimi ifade etmek adına yazacağım her satır, anne ve babalık duygusunu yaşayan herkesin dile getirebileceği duygular olsa da ben bir kere daha satırlara dökmek istiyorum.
Egemen ve Rüzgar ile birlikte olmak dünyanın en güzel ve özel anları benim için. Hayatımın bundan sonrasında onlarsız bir dünya düşünemiyorum. Onlara duyduğum sevginin tarifi , boyutu, hacmi yok. İki tam günü onlar ile birlikte vakit geçirebilmek için. haftasonlarını iple çekiyorum.

Annemin benim için hissetiklerini, endişelerini ve sevgisinin sonsuzluğunu çok daha net anlıyorum. İstisnaların kaideyi bozmayacağını varsayarak hayatımızda bizler için çizilen ve genelde çoğumuzun izlediği eğitim,kariyer ve evlilik döngüsünün en son halkası olan çocuk sahipliği safhasından sonra artık hayata dair beklentilerin sonuna gelindiğine dair bir kanı vardır. Oysa ben şimdi anlıyorum ki hayatımın bundan öncesi çocuklarımı büyütebilmek için bana verilmiş bir hazırlık dönemiymiş. Gereken donanımları edinmeme ve onların geleceğini hazırlamama imkan sağlayacak süreçmiş geçen otuzbeş sene.
Artık hayatım tam anlamıyla gerçekten başladı ve sabırsızca onların büyümesini ve geçen haftalık, aylık ve yıllık evreleri bekliyorum. Tabi ki sabırısızım ama aceleci değilim.Kırk gündür oğullarım ifadesiz olarak bana bakıyorlar bundan sonra gülücüklerini göreceğim zamana odaklandım. Bu zaman dilimleri yavaş yavaş ilerleyecek.
Kısaca çok keyifli bir yolculuğun daha başındayım.

10/17/2008

Egemen ve Rüzgar Badalıoğlu'nun Doğum Hikayesi


Yıl 2008, ekim ayının sekizinci günü, sonbahar güneşinin etrafı ısıtabilen son demlerindeyiz.
Üç buçuk saat kadar uyumuşum. Bir haftadır ısrarla ağrıyan şakaklarım uykusuzluk ile birleşince gözlerim şişmiş.
Günler, haftalar, aylar geçmiş ama saatler nedense geçmemekte ısrarcı.
Hale bir kaç saat sonra doğum yapmayacakmış gibi dışarlarda koşturmaca da.
Bende lacivert takımlarımı hazırlıyorum malum doğum ciddi iş.
Saat 14.00 gibi hastanedeyiz. Daha doğuma iki buçuk saat var. Odamıza yerleşiyoruz. Yavaş yavaş aile efradı ve dostlar toparlanıyor. Çok değil bir kaç saat sonra hastaneyi inletecek ve diğer hasta yakınları ile hemşireler tarafından uyarılacak olan koronun elemanları olarak herkes heyecan içinde.

Bu sırada hastaneye bizden önce gelen doğum fotoğrafçımız Özer Özyön yavaş yavaş ısınma fotoğraflarını çekmeye başlıyor.
Düğünümüzden sonra bir kere daha sadece bizim için objektifler üzerimizde.
Yaklaşık elliye yakın doğuma katılmış olan Özer içinde ikiz doğum çekimi kariyerinde bir ilk. Ve nefis kareler, ölümsüzler anlar yakalıyor hayatımızın en önemli gününde.
Saatler ilerledikçe kendisinin desteğiyle harika bir hamilelik süreci geçirdiğimiz doktorumuz Uzm.Dr.Bora Cengiz’in halen hastaneye gelmediğini öğreniyoruz.
Klinikte işlerinin bitmediğini ve çıktığında da bir İstanbul klasiği olarak trafikte kaldığının haberi geliyor akabinde stresim bir kat daha artıyor. Bora Bey’den önce assistanı geliyor saat 17.00 gibi operasyonun başlayacağını söylüyor ve bir kat artan stresime beş kat daha ekleniyor.

Saatler 17.00’yi gösterdiğinde Hale operasyona girmeye hazır. Bende kameralarım eşliğinde ameliyathane katına iniyorum. Tabi bu sırada gözyaşları sel olmuş Acıbadem yokuşundan Kadıköy’e doğru akmakta.
Doğumdan çok zaman önce kararlaştırdığımız ve doktorumuzdan da onay aldığımız benim de doğuma girme olayım ameliyathanenin kapısında hayal kırıklığı ile sonlanıyor. Hastanenin kurallarına göre fotoğrafçılar ve sağlık memuru olan babalar dışında kimse Acıbadem Hastanesi’nde doğuma giremezmiş. Tabi biz bu durumu doğuma dakikalar kala öğreniyoruz. 
O anda kan namına vücüdumda dolaşan kırmızı renkli ne çeşit sıvı varsa beynime doğru hücuma geçip kafamın içinde trampet çalmaya başlıyor.
Uzun zamandır hayalini kurduğum , çocuklarımın doğumuna tanıklık edememek beni ziyadesiyle üzerken sesimin tonunuda bir kaç perde artış ve tüm ameliyat ekibinin beni meraklı bir o kadar şaşkın gözler ile seyretmesi ve doktorumuzun istersem doğumu başka bir hasteneye alabilme olasılığımızı hatırlatırken bunun imkansızlığı ve gereksizliğini aynı anda aklımın bir tarafında düşünürken bir yanda da ortalığı ne kadar karıştırsam bir şans yaratırmıyım acaba diye gerginliği tırmandırıyordum. Sonuçta ise tıpış tıpış ameliyathane kapısının önünde yerimi alıyor ve dokuz doğurma safhasına geçiyorum.
Geçen bir on dakika sonrası çıkmayan candan ümit kesilmeyerek ameliyathaneye davet ediliyorum. Zafer kazanmış komutan edasıyla soyunma odasına giderek üstüme değiştirerek, ameliyathanede giyilmesi gereken giysileri kuşanıp kendimi Hale’nin başucuna atıveriyorum.
Tabi kameramı ordaki sağlık memuruna teslim ederek hayatımız boyunca unutamayacağımız doğum anlarının çekilmesine vesile oluyorum.

Hayatımda ilk ve umarım son defa ameliyathanedeyim. Herşey doktorlar dizisi gibi. Bir masa ve etrafında sadece gözleri görülen insanlar. Çeşitli cihazların başında onu kontrol edenler ve soğuk bir hava. Beni kan tutmasına karşı uyaranlar ise doğumun her anının içinde olacağımı o anlarda bilemiyorlar hatta bende bilmiyorum.

Operasyon fiili olarak başlıyor ama çalışmayan bir şeyler var. Doktorumuz ve ekibin uğraşları sonucu ne olduğunu bilmediğim alet bir süre sonra çalışıyor ama o sırada sanki vakit hiç geçmiyor. Ön hazırlık aşamalarından sonra etrafta dönen konuşmalardan artık doğum anının başlamak üzere olduğunu anlıyorum.
İlk olarak ağlayarak Rüzgar dünyaya geliyor arkasından Egemen uyur halde sessiz ve sedasız bir şekilde doğuyor. Egemen’i öyle hareketsiz çıkarıldığını gördüğümde bir an zamanın akışı kesiliyor ve neden sesi çıkmıyor diye soruyorum etraftaki sağlık ekibine. Doktorumuz da ‘’işte babaları bu yüzden doğuma almamak lazım’’ diyor yanındakilere. Bebekler temizlenmek üzere yan taraftaki bölüme alınıyor. Halen Egemen’den bir ses bir nefes yok. O sırada ekip müdahale ediyorlar ve bana yıllar gelen bir kaç dakikadan sonra Egemen oğlumunda sesini duyuyoruz.

Evet benim tarafımda babalık artık başlıyor. Hemen bebekler temizlenip göbek bağları kesiliyor ve havlulara sarılıp annelerinin sağ ve sol yanına iliştiriliyor. Bir anne için dünya üzerindeki en değerli an yaşanıyor. Bunları betimleyecek fazla sözcük olmadığı için bir sonraki sahneye geçiyorum. Evet sonraki sahne ve sahneler her doğum sonrası yaşanan klasik görüntüler. Sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar ve sarılmalar birbirine karışıyor.

Ocak ayında başladığımız maraton ekim ayının sekizinci günü mutlu son ile noktalanıyor.
Bu zorlu süreçte yanımızdan hiç ayrılmayan ailelerimize, akrabalarımıza ve yakın dostlarımıza bir kere daha teşekkür etmeyi borç bilirim.
Dünyamıza gelerek hayatımın bundan sonraki dönemine anlam ve değer katan canım oğullarım Rüzgar Oktay ve Egemen Arif’e de sayelerinde babalık onuruna ve duygusunu tattığım için ayrıca teşekkür ederim.
Teşekkürün en katmerlisi ise 37 hafta boyunca oğullarımızı taşıyan, o kadar zorluklara, sıcak bunaltıcı yaz gecelerine rağmen bir kere bile şikayet etmeyen, anneliği bir değil iki kere hak eden, bana dünyanın en güzel iki bebeğini veren biricik eşim Hale’nindir.

Gökten üç elma düşer genelde ama bu sefer dört tane düştü. Biri Rüzgar’ın , biri Egemen’nin, biri Hale’nin, biri de benim başıma...

9/25/2008

Hayat Devam Ederken

Yaşamın normal seyrinde akıp gittiği , sanki öylesine yaşayarak günleri arka arkaya devirip geride bıraktığımız zamanlarda hayat bir anda ortaya öyle olaylar koyar ki aslında monoton gözüken sıradan hayatımızın ne kadar değerli olduğu olgusunu hatırlatır.

Eylül ayının ilk haftası yaşadığımız annemin kalp krizi geçirmesi ve sonrasında geçen süreç, anlatmaya çalıştığım hayatın değerine dair verebileceğim en çarpıcı örnektir.

Otuzlu yaşlarımın tam ortasına geldiğim bu dönemlere baktığımda yakın çevremde ki dünyaya gelenlerin sayısının önemli ölçüde artması yanında, uzun yıllardır yani küçüklüğümden beri tanıdığım bildiğim yakın çevrem olsun dış dünyadan olsun hayatını kaybeden insanların sayısının çocukluk ve yirmili yaşlarıma kıyasla belkide göreceli olacak ama bana çok fazla geldiği duygusudur.

Çok klasik ama çokta doğrudur ki insan yaşlandığını kendisinden büyüklerin sayısının giderek azalmasıyla farkına varıyor. İnsan çocukluk ve gençlik dönemlerinde aile büyükleriyle sanki her daim bir arada olacakmış gibi onları hiç kaybetmeyecekmiş gibi düşünüyor. Hayatın gerçekleri ile karşılaşınca ise bir dolu havada uçuşan duygu ve düşünce ile kalıveriyor bir anda.

Ne mutlu ki geçen ay yaşadığımız bunalımlı günler yerini sağlık haberlerine bıraktı ve oğullarımın gelişinin heyecanına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Doktorumuz Bora Bey’in belirlediği tarih 9 Ekim Perşembe günü fakat bu tarihe kadar her an doğum gerçekleşebilirmiş. Bu yüzden hazırlıklı olmalıymışız. Zaten geçtiğimiz iki haftadan beri her şekilde hazırlığımız tamamlandı. Hale’nin bavulu kapının yanında hazır olarak bekliyor.

İşin adrenalin yüklü tarafı ise doktorun söyledikleri. Bebekler ne zaman canları isterse gelebilirlermiş ve bu durum genelde gece saatlerinde vuku bulurmuş. İşte baba olmak bundan sonra başlıyor diye düşünüyorum. Hamilelik süresince her türlü sıkıntıyı yaşayan anne artık yükün bir bölümünü de babaya aktarıyor.

Babalar için hamilelik en rahat dönem sadece rutin hayata ev işleri dahil oluyor. Bu süreçte ortada henüz birşey olmadığı için babalık duygusunun farkındalığı çok düşük. Fakat doğum sancıları başladığında babalık o an itibariyle başlıyor.

Kişisel öncelikli tercihim olan sancı yaşanmadan beklenen tarihte doğumun olması sonucunda ise sanırım oğullarım ile karşılaşılaşacağım ilk an babalık duygusunu tam anlamıyla hissedeceğim diye düşünüyorum.

Hayatımızda uzun veya kısa olsun belirlenmiş zamanların geçmesi zorunlu olduğu durumlar vardır. Başarılı olduğunuza emin olup sonucunu beklediğiniz sınavlar gibi askerliği tamamlayıp eve döneceğiniz terhis günü gibi çok iyi geçmiş bir iş görüşmesinden beklenen işe kabul edilme haberi gibi.

Fakat insanın çocuklarının doğacağı günü beklemesi ve bunun için en az yedi ay boyunca günleri, haftaları sayması diğer hiç bir duruma benzemiyormuş. Yaşamış ve tecrübe etmiş oldum.

Son günlere doğru yaklaştıkça bu duygu iyice değişik formlara giriyor ve düşünceler sürekli o günün üzerinde yoğunlaşıp tekrar tekrar beyinde yaşanıyor. Daha önceden hiç bilmediğim sadece çevremden gördüğüm ve duyduğum bir hayat düzeni içine giriyorum ki bu hayat belki yıllar boyunca benim değil doğacak çocuklarımın üzerine inşa edilecek olması gerektiği gibi.

Günlerce, aylarca, yıllarca sürecek hareketli bir çarkın içine gireceğim fakat şu anda öyle bekliyorum sessizce tam anlamıyla kuzu gibi.

Ve hayatımda ilk defa bir belirsizlik beni hiç endişelendirmiyor, korkutmuyor.

7/28/2008

Hayat Devam Ederken

Hayat her gün yeniden başlamaya devam etti geçen iki ayda.

Daha da bir heyecan ve sabırsızca başladı her yeni gün. Ekim ayının ilk haftasına kadar da sürecek bu maraton.

2008 senesi Badalıoğlu Ailesi tarihinin en önemli senesi olarak yerini aldı yıllar arasında.

Aile ikiden dörde mutluluklar milyon kare dörde katlandı.

Bu arada yeni bir iş , yeni bir ortam 20.06.2008 itibariyle özgeçmişimin en sonundaki yerini aldı.

5/29/2008

Günün Sözü

İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır.

Dostoyevski

5/28/2008

Avrupa Şampiyonası Öncesi Türk Milli Futbol Takımımız

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası daha başlamadan milli takım o kadar çok eleştirildi ki maçlar oynandıktan sonra insanlar ne konuşacak merak ediyorum.

Öncelikle Fatih Terim'in seçtiği kadro çok eleştirildi.Bugün itibariyle kadrodan çıkarılanlar tartışılmaya başlandı.

Türk milleti olarak her konuda engin deneyime sahip olan bizler bu futbol konusunu o kadar çok iyi biliyoruz ki hatta tüm liglerde oynayan futbolcuları çok iyi tanıyoruz, antrenmanlarda hep beraberiz bundan dolayıda kendimizde milli takım kadrosunu kurma hakkını görüyoruz.

Sonuçta sokakta her şey konuşuluyor ama gazeteci ve spor yazarları, toplumu yönlendirebilen bu insanlar tamamen yazıları okunsun ve gazeteleri daha çok satsın,televizyondaki programları daha çok izlensin diye sınırsız, fütursuz, kimi zaman dayanaksız iddalar ile kendilerine çıkar sağlama peşindeler.

Sonuçta bu milli takımı seçmek ile görevlendirilen kişi işini yapmıştır.Bundan sonra konuşulacaklar tamamen boş laf olarak gökyüzüne karışacaktır.Fatih Terim'in bu yazılıp çizilenleri çokta dikkate alıp umursadığınıda zannetmiyorum.

Bundan sonra yapılacak olan takımımızı desteklemektir.Onlara güvenmektir.

Benimde kişisel görüşüm sadece dışardan bir göz olarak seçilmiş bu milli takıma alternatif daha iyi isimler olduğu görüşüdür.

Fatih Terim daha iyi tanıdıklarına bu kadro da yer vermiştir.Tranzonspor'dan Tolga Zengin ve Ankaraspor'dan Emre Aşık dışındaki futbolcular üç büyük klubün futbolcuları ve lejyonerlerimizin seçilmesi,bu sene ligin flaş takımı olan Sivasspor ve istikrarlı çıkışını Türkiye Kupası'nı alarak perçinleyen Kayserispor'dan herhangi bir futbolcu kadroya girememesi bu tespitimin kanıtıdır.

Beni bu turnuva ile karamsarlığa iten husus bu sene Türkiye Lig'lerinde her ne kadar heyecan yaşansa da futbolun kalitesi Avrupa standartlarını yakalayamamasıdır.Bu teşhisi koymak içinde bu sene oynnan yurtiçi ve yurtdışındaki maçları seyretmenin yeterli olacağı görüşündeyim.

Basında yazılanlar ve çevremde konuştuğum birçok kişi turnuvadan hüsranla döneceği beklentisinde.Gelişmeler ve takımın hazırlık maçlarındaki oynadığı futbolda bu tezi güçlendiriyor gibi gözükmektedir.

Dileğim beklenen hüsranın zafere dönüşmesi ve Milli Takımımızın bizleri sokağa dökerek zafer şarkıları söyletmesidir.

5/14/2008

2007-2008 Süper Lig Şampiyonu Galatasaray

1973 senesinde doğduğumda Galatasaray yine şampiyon olmuştu.Ne kadar güzel bir tesadüf ki benim çocuklarımında doğacağı bu sene aslan yine şampiyon.

Sadece olayın bu tarafı başlı başına benim için unutulmaz şampiyonluklardan bir tanesi olmasına yetiyor zaten.

Diğer noktadan bakıldığında ise her Galatasaraylı için Fenerbahçe'yi yenerek kazanılan bu şampiyonluk oldukça değerli.

Fenerbahçe medyası ve bir grup insan ise şampiyonluğu bir takım güçlerinde yardımıyla Fenerbahçe'nin hediye ettiğini dile getirerek kaybetmişliklerine kılıf arama çabasındalar.Ama gerçek apaçık ortada Galatasaray şampiyonluk yarışındaki her iki rakibinide yenerek bu ünvanı aldı.

Tarihin tekrarlayacağını zannedenler ise öncelikle kendi takımlarının inançsızlığına dikkatlerini verselerdi en azından bu derece sessiz kalmazlardı.

Futbolun kuralıdır.Sevinme hakkı ve söz önceliği kazanan ve şampiyon olanındır.

Galatasaray bileğinin hakkıyla,inançla ve takım ruhu ile 17. şampiyonluğunu kazanmıştır.

Tüm Galatasaray'ı sevenlere hayırlı olsun.

5/05/2008

04.Mayıs.2008 Sivasspor-Galatasaray Maçı

Eğer ortada inanç varsa, inancı başarıya dönüştürecek yüreklere de ihtiyaç vardır; ki onlar sahadaydı...

Eğer ortada yürek varsa, yüreği hedefe yöneltecek lidere ihtiyaç vardır; ki o protokoldeydi...

Eğer ortada lider varsa, onu tetikleyecek cengaverlere ihtiyaç vardır; ki onlar tribündeydi...

Eğer ki ortada hâlâ ihtiyaç duyulan bir şeyler varsa, onlar da sağ elin kalbin üzerine götürüldüğü yerde mevcuttur. Tarih yazarları, bir hatıra kadar yakındadır, onların adı da kimi zaman Metin Oktay'dı, kimi zamansa Ali Sami Yen...

Not: Maç sonrası Galatasaray'ı alkışlayan gerçek yiğidolara selamlar... Birilerinin öğreneceği daha çok şey var.Büyüklük isim ile olmuyor...

4/28/2008

27 Nisan Galatasaray-Fenerbahçe Maçı

Şampiyonluk düğümünün çözülmesine üç kala bu maçla ilgili en çok etkilendiğim olay gerçek Fenerbahçe taraftarının Galatasaray'ı tebrik etmesidir.

Galatasaray sonuna kadar hak ederek derbiyi kazanmıştır.

Kadrosunun büyük çoğunluğu yabancılardan oluşan Fenerbahçe, maçı ve ligi fazla önemsemeyen yabancı futbolcularındaki isteksizlik yüzünden maçı kaybetmiştir.Tabi ki Galatasaray'ın üst düzey mücadelesine kimse söz söyleyemez.

Galatasaray bir takımdır Fenerbahçe ise bireysel becerilerin öne çıktığı futbolcu grubudur. Şu anda önemli olan takımın rehavete kapılmadan haftaya Sivas maçını da aynı ciddiyet ve inançla oynayarak son maça Ali Sami Yen'de şampiyonluk turuna çıkmalarıdır.

Galibiyet dün akşam belkide gereğinden fazla kutlanmıştır bundan sonra tek yol Sivas.

4/24/2008

27 Nisan Galatasaray-Fenerbahçe Maçı Öncesi Yorumlarım

Uzun bir aradan sonra şampiyonu büyük ölçüde belirleyecek maç öncesi bir iki satır karalamak zamanı geldi.Aslında karalamak deyimini kullanmak için yanlış bir platformda olsamda askerlikte yazdığım mektuplar dışında yaklaşık on seneden fazla bir süredir çokta fazla kağıt kalem ile işim olmamış sanırım.Sanal ortamlar çıktı yazı yazmak fiili bitti aslında hatta artık insanlar doğru düzgün yazı yazmadığı için yazı yazmayı unuttuk desem abartmış mı olurum?

Gelelim bu pazar Ali Sami Yen Stadyumu'nda oynanacak yılın en önemli maçına. Geçtiğimiz pazar gününden beri herkes kendi çevresinde olsun medya da olsun onlarca defa yorum yaptı. Madem bir blog sitem var bu durumda iki satırda ben yazmalıyım.

Fenerbahçe avantajlı olarak gözükmekte fakat kupa maçında da medyanın büyük kısmı Fenerbahçe'yi favori gösteriyordu.Sonuç ortadadır.Galatasaray'ın başında hoca olmaması gözüken en büyük dezavantajdır.Maçın kritik anlarda müdahale edebilmek zaten bir hocanın takıma katabileceği en büyük avantajlardan biridir.Bu durumda Zico'lu Fenerbahçe bir adım öndedir.

Sezon başından beri israrla iki forvet oynatan Kalli'den sonra Galatasaray'ın teknik ekibi en son İst.B.şehir Belediyespor ile yaptıkları maçta tek forvet denemeyi akıl etmiş ve sonuç alınmıştır.Medyada yazılanlara bakacak olursak Fenerbahçe maçında da aynı taktik denenecektir.Umarım başarılı olur.

Ne olursa olsun her daim Galatasaraylı futbolcular üzerinde Fenerbahçe maçı stres yaratmıştır.Futbolcuların bu stresi Türkiye Kupası maçlarında daha az yaşamak sonucunda başarılı olduklarını düşünüyorum.Fakat bu seferki maç berabere bile bitse şampiyonluğa çok büyük etkisi olacaktır bu yüzden stresi aza indirme çabası çok zor gibi gözükmektedir.

Her zaman olduğu gibi medya maç öncesi yazıp çizecek konular peşindedir kaptanımız Hakan Şükür'de gayet başarı ile medyanın beklentilerini karşılamış ve hiç gereği olmayan açıklamalar yapmıştır.Bununla beraber Sayın Başkanımız BKJ Başkanı ile yine maç öncesi bir yemek yiyerek torba olmayan ağızların bir hayli konuşmalarına meydan vermiştir.

Ligin ilk yarısındaki maçta olduğu gibi erken bir gol yemediğimiz takdirde seyircinin desteğiyle bu maçı alabileceğimizi düşünüyorum.Eğer maç golsüz devam ederse son yirmi dakika Galatasaray büyük stres yaşar.Son dört beş maçtır gol atmakta zorlanmasından dolayı forvette yapacakları baskı sonucu yapacakları hatalar neticesinde Fenerbahçe'ye çok basit gol fırsatları da verebiliriz.

Ligin bitimine üç maç kala yıllardan beri üç takım ile şampiyonluk mücadelesi vermenin keyfini yaşamak gerekiyor diye düşünüyorum.

Galatasaray'a bol şans...

3/05/2008

05.Mart.2008 Galatasaraylıların Hissetikleri Üzerine

Fatih Altaylı bugün Habertürk internet sitesindeki yazısının bir bölümünde Fenerbahçe'nin tur atlaması üzerine hissetiklerini yazmış.Hemen hemen bende yakın duyguları hissettiğim için paylaşmak istedim.

Fenerbahçelilerin yaşadığı duyguları yaşamak

Galatasaray’ın Avrupa’yı salladığı dönemlerde Fenerbahçeliler'in ne hissettiğini en sonunda dün anladım.

Çok ama çok karışık duygular.

Bir yandan ülkenin takımının kazanmasını istiyorsun. Türkiye’nin takımı. Her atağında sanki Galatasaraymış gibi heyecanlanıyorsun. Gol atsın istiyorsun, gol yemesin istiyorsun. Hakem Fenerbahçe’nin hakkını yiyince sinirleniyorsun, kızıyorsun, hakeme küfrediyorsun. Fenerbahçe gol atınca seviniyorsun. Koltukta zıplıyorsun.

Bunları yaparken bir yandan da ertesi gün başına gelecekleri düşünüyorsun. Bu maç bittiği anda yine ezeli rakibin olacak takımın taraftarlarının sana hava atacağı, dalga geçeceği aklına geliyor. Bozuluyorsun.

Ama yine de Fenerbahçe kazansın istiyorsun.

Sonra aklına Fenerbahçe’nin bu turu geçerse biraz daha fazla para kazanacağı geliyor. Bu parayla daha iyi transferler yapacağını, daha güçleneceğini görüyorsun. Kendi ligini düşünüp bozuluyorsun.

Galiba kazanmasa daha iyi olacak diyorsun ama yine de kazanmasını, turu geçmesini istemekten geri duramıyorsun.

Rakip serbest vuruş veya korner kullanırken çeşitli uğurlar yapıp gol olmasın istiyorsun. Rakip gol atamayınca seviniyorsun sonra da acaba atsa daha mı iyi olurdu diye düşünüyorsun. Maç penaltılara kalıyor.

Bir hafta önce Lincoln’e saldırdığı için sinir olduğun Volkan için dua ediyorsun. Sonunda Fenerbahçe turu geçiyor.

Çok seviniyorsun.

Çok kıskanıyorsun.

Ne sevindiğini söyleyebiliyorsun.

Ne kıskandığını söyleyebiliyorsun.

Bir kaç yıldır bu başarıyı elde edemeyen kendi takımına kızıyorsun.

Buraya kadarı Fenerbahçeliler'in de yaşadığını tahmin ettiğim duygular.

Ama biz Galatasaraylılar'ın en azından şimdilik bir avuntumuz var.

“Biz de buraya kadar gelmiştik” diyebiliyoruz.

Şimdi artık Fenerbahçe’den kendimizi avutamayacağımız başarıyı bekliyoruz. Aynı karışık duygularla...

NOT: Yıllar önce Bordeaux-Fenerbahçe maçında da benzer duygular yaşamış, en sonunda İstanbul’un göbeğinde kendi arabamın damında sevinçten zıplamış. Sonra da bu yaptığımdan dolayı bir Galatasaraylı olarak utanç duymuştum.

Fatih Altaylı

2/28/2008

Fenerbahçe ve 1983 yılı

Fenerbahçe Türkiye Kupası’nı en son aldığında,

· Kenan Evren Cumhurbaşkandı, Turgut Özal 1983 sonunda başbakan oldu.

· Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş yasaklı liderlerdi. · DSP, SHP, MHP, CHP siyaset sahnesinde henüz yer almamıştı.

· 12 Eylül sonrasının yerel seçimleri henüz yapılmamış, Bedrettin Dalan İstanbul Belediye Başkanı olmamıştı.

· Koç Grubu’nun patronu Vehbi Koç’tu ve görevi Rahmi Koç’a devretmemişti.

· Ünlü illüzyonist Zati Sungur hayattaydı.

· İstanbul Atatürk Havaalanı’nın adı “Yeşilköy Havaalanı” idi.

· Vatandaşlıktan çıkarılan Cem Karaca yurda dönmemiş, “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda” şarkısını yapmamıştı.

· Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su hayattaydı.

· Usta sinemacı Yılmaz Güney hayattaydı.

· Adile Naşit hayattaydı.

· Alışverişlerimizde 5 liralık banknot kullanabiliyorduk.

· Jupp Derwall Galatasaray ile anlaşmamıştı.

· Askerlik 18 aya henüz inmemişti.

· Microsoft, Windows’u yapmamıştı.

· İnsanlık henüz internetle tanışmamıştı (daha 7-8 yıl beklemesi gerekecekti)

· Çernobil nükleer santralı patlamamıştı.

· Cep telefonu, araç telefonu yoktu.

· Telsiz kullanmak yasaktı.

· Taksilerde taksimetre yoktu.

· Apple Macintosh bilgisayarlar icat edilmemişti.

· Philips CD’yi daha yeni üretilmişti.

· Şehirlerarası telefon görüşmeleri için 031’i arar, kayıt verirdik.

· Haberleşmede telex kullanılırdı.

· Televizyonumuz siyah beyaz ve tek kanallıydı (TRT). Renkli televizyonumuz zaten yoktu. · Sovyetler Birliği dağılmamıştı. Almanya, doğu ve batı olmak üzere iki parçaydı; Berlin duvarı yıkılmamıştı.

· Emre Belezoğlu 3, Hasan Şaş 7, Tuncay Şanlı 1, Nihat Kahveci 4 yaşındaydı.

· KDV icat edilmemişti.

· 2. Boğaz Köprüsü yoktu.

· Otoyollar yoktu.

· AIDS yoktu.

· Üzerimizde döviz (dolar, mark v.s.) bulundurmak suçtu.

· İran ile Irak savaşıyordu.

· Telefon numaraları İstanbul'da 6, diğer kentlerde ise 4 veya 5 rakamlıydı.

· Celal Bayar hayattaydı.

· Naim Süleymanoğlu Bulgar vatandaşıydı (Naim Süleymanof)

28.Şubat.2008 GS-FB Kupa Maçı

Klasik tanımlama olarak uzun yıllar konuşulacak bir derbi maçı izledik. Yaşananlar ne olursa olsun tarih neticeyi hatırlar. Bence gecenin en önemli olayı uçuşan kartlar dışında 37 yaşındaki Hakan Şükür'ün on sene öncekine yakın bir performans göstererek 2008 Avrupa Kupası finalleri için Fatih Terim'e göz kırpmasıydı.Kritik gecede golünü atmak suretiyle de selamını gönderdi. Maçtan sonrada tribünleri gezerek takımına tam destek veren seyircisine teşekkür etti.

Kişisel fikrim iki takımda maçı onbir kişi tamamlasaydı daha keyifli bir maç izlerdik ve sonuç değişmezdi.Galatasaray'ın son iki maçında yaşadığı kabuslar çok doğal olarak olumlu bir motivasyon olarak takıma yansımıştı.

Bir kez daha görüldüki Kalli bu takımı sabote etmek için her yolu deniyor.Fenerbahçe on kişi kaldıktan sonra daha motive olduğu ve Galatasaraylı futbolcuların strese girdiğini tribünde oturan en cahil futbol seyircisi bile anlamışken Karl Heinz Feldkamp sanki ayrı bir maç seyrediyormuş gibi ellerini kavuşturup, gözlerini kısıyordu.Bir kere daha şansı yaver gitti ve 90+1 de Ümit Karan kendinisini ve takımı kurtardı.

Belkide gecenin Galatasaray açısından önemli gelişmesi genel anlamda sürpriz bir kadro ile maça başlamaması ve futbolcuların olması gereken mevkilerde oynamasıydı.

Fenerbahçe ile ilgili görüşüm Lugano bu mentalite ile devam ederse daha çok maçı on kişi bitirebilir.Bir Müjdat Yetkiner, bir Abdülkerim Durmaz, bir Kemalettin Şentürk olmaya aday görüyorum kendisini.Volkan Demirel'e gelirsek milli takım kalecisine yaptığı davranışları hiç yakıştıramadım.Son dönemdeki çıkışını bu tarz bir hareketle yavaşlatırsa milli takımımız için büyük kayıp olur.

Sonuçta olarak tarih tekerrür etti. En son kupayı 1983 yılında alan Fenerbahçe'nin kupa hayali önümüzdeki sezonlara kaldı. Bu kupayı 14 kere kazanma rekorunu elinde tutan Galatasaray'n 15.Kupa Şampiyonluğu için önünde bir tur kaldı.

2/26/2008

26.Şubat.2008 Kupa Derbisi

En son yazımda ileriye bakmak gerekir demiştim ama bu gidişle ne kadar ileriye bakarsak bakalım bir şey göremeyeceğiz gibi geliyor bana. Aslında tam olarak yenilmiş bir taraftar ruh halindeyim.İçimden maç seyretmek ve maç muhabbeti yapmak hiç gelmiyor açıkçası.Sonuca yönelik olduğumuz için olumsuz durumlarda bir anda herşey dibe vurmuş gibi gözüküyor.

Bir grup maçında mükemmel top oynayan bir takım bir anda apayrı bir kimliğe bürünüp lig sonuncusuna yenilmesine bir anlam veremiyorum.

Suçlu yönetim mi? Teknik Direktör mü ? Futbolcular mı ? Sanırım hepsi. Aslında bir taraftar olarak çok fazla ciddiye de almamak gerekiyor. Futbolu basit bir oyun diye nitelendirip bir sonraki maçın heyecanını yaşamak lazım belki de.

İşin gerçeği spor basını nasıl yönlendirmek istiyorsa bizleri, bizlerde o tarafa doğru yöneliyoruz, beklentiler oluşturuyoruz.Son lig maçlarında iki rakibinde yenilmesi bu sefer yarın ki maç ile ilgili çok büyük spekülasyonlar ve maçın önemine dair istatistikler yapılmasını,değerli spor yazarlarının yorum üzerine yorum yapmalarına imkan vermedi. Şu dönemde herkes Galatasaray'daki başkanlık yarışını, farklı Leverkusen yenilgisini ve lig sonuncusuna anlaşılmaz bir kadro ile çıkılarak bozguna uğramasının nedenlerini konuşuyor.

Belki de gelişen bu gündem önceki derbi maçlarda olduğu gibi futbolcular üzerine ekstra bir baskı yaratmayarak , beklenenden daha rahat bir maç geçmesine neden olacak veya tarihin en farklı yenilgilerinden bir daha yaşanarak Galatasaray daha diplere sürüklenecek.

İzleyip göreceğiz.

2/22/2008

22.Şubat.2008 Galatasaray ve UEFA Kupası

Galatasaray'ın bir Avrupa Kupası maçını daha geride bıraktık.Galatasaray taraftarları haklı olarak üzüldü Almanlar ve Galatasaray karşıtları sevindi.Hatta yenilen beş gol ziyadesiyle bir kısım insanı mutlu etti.Kişisel olarak hayatımdaki öncelik sıralamamda şu sıralar daha önemli maddeler olduğu için bu sefer daha önceki mağlubiyetler gibi çok fazla üzülmedim. Zaten Galatasaray bu maçı oynama hakkını da büyük bir şans eseri kazanmıştı ve sonuç olarak fazladan iki maç yapmış oldu Avrupa kupalarında.Sezon başıdan beri sakatlıklar ve seyircisiz oynadığı maçlar ile mücadele eden takım bana göre iyi bir yoldadır.Bu mağlubiyete temel alarak ileriye dair umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur. Türkiye Kupası'ndan da elenebilir ama geleceğe dair olumlu beklentilere gölge düşürmeye gerek yoktur düşüncesindeyim.Evet Galatasaray yönetiminin hataları vardır,takımın teknik kadrosunun büyük yanlışları vardır ama dün geceki maç geride kalmıştır.İlerleyen maçlara bakmaktan başka yapılacak bir şey yoktur.

2/19/2008

Haftasonu Kar

Türkiye haftasonuna yoğun kar altında girdi.Neyseki en sıkıntı yaratabilecek şiddetli kar yağışı ve tipi pazar gününe denk geldi.

O kadar uyarılara rağmen yine dün trafikte problemler yaşandı, insanların bir kısmı arabaları ile vedalaşamadıkları için karda mücadele etmek zorunda kaldılar. Sonuçta her sene yaşadığımız kar kış çilesi bu sene de boş geçmedi.

Birbirinin kopyası kar haberleri içinde en çok etkilendiğim haber ise Muş'ta her kış kapanan bir köy yolunun kara yollarının cefakar işçileri tarafından açılma gayretiydi. Tek istekleri köy yolunu açarak köyde bulunan insanlara sağlık ve eğitim hizmetlerinin erişmesini sağlamak ve bunun için saatlerce karın altında mücadele ederek her türlü gayreti göstermek bu insanları gerçekten ülkemizin görünmez kahramanları yapmaktadır diye düşünüyorum.

Öğle yemek arasında ise kar üstüne açtıkları helva ve pideden oluşan menüleri, gönüllü çalışmanın ve vatan sevgisinin nerelerde yaşandığına bir kanıttı.

2/14/2008

Lostra Salonu

Öğlen arası saati.

Her zaman ki gibi Şişli, Osmanbey, Nişantaşı hattındayım.

Sandviç ile geçiştirmek kısıtlı olan bir saatin geri kalan son otuz dakikasını etrafa bakabilmek fırsatı.

Dün şöyle bir gördüğüm ayakkabıları bugün daha alıcı gözle bakmak niyetindeyim.

Ve de bakıyorum.

Sonra da kendi ayakkabıma.

İki gündür yerler çamur içinde şehirde.

Aklıma yeni bir tane almaktansa boyatmak fikri geliyor. Çokta parlak bir fikir değil aslında.

Hemen uygulamaya geçiyorum ve Tarihi Pangaltı Lostra Salonu'nun yolunu tutuyorum.

24.Mayıs.1999'da Hürriyet Gazetesi ile yapılan

2/13/2008

Otuzlu Yaşlar Üzerine

Otuz iki gün sonra otuzbeş oluyorum.Bu durumda otuzlu yaşlar için yazdıklarımı bir kere daha yazmanın zamanı gelmiş.

Hayatın geçiş dönemlerinden biridir otuzlu yaşlar... Artık genç kategorisine girmezsiniz ama orta yaşlı da sayılmazsınız. Gittiğiniz ortamlarda etrafınızdakilere nazaran ya yaşlı ya da genç kalırsınız.

Çok aktif ve hareketli olduğunuzda çevrenin bakışlarından'' koskoca adama bak hiçte yakışıyor mu ?''tarzında ifadeleri hissederken , sakin ve fazla hareketsiz olduğunuzda ruhunuzun öldüğü endişesine kapılır etrafınızdakiler.Ortalıkta kalmış gibisinizdir.

Sizden küçüklerin yaptıklarına ayak uyduramazken sizden sonraki jenerasyon fazlasıyla size demode gelir.Hip-hop hoşunuza gidiyordur ama alaturka müziği de seviyorsunuzdur.

Öyle bir döneme gelmiştir ki otuzlu yaşlarınız , çocukluk yıllarınız ülkenizin seksenli yıllar dediği hiçbir dönemine benzemeyen bir tarihi geçiş sürecine denk düşmüştür.

O dönemde yaşananların benzerini ne sizden öncekiler yaşamış ne de sizden sonra doğanlar yaşayacaktır. Hiç televizyon görmemiş bir nesil varken arkanızda, önünüzdekiler plazma televizyonlar ile uydu bağlantılarıyla yüzlerce kanal arasında kaybolmaktadır.

Sizler kitap okurdunuz ,kitapların sinema filmleri seyredilmektedir. Okurken kurduğunuz hayaller artık hazır halde insanların karşındaki perde de oynamaktadır.

Hayat inanılmaz şekilde basitleşmiş,iletişim olanakları sınırsız bir hal almıştır.Doğal olarak hayatınıza farklı endişeler girmiştir. Oysa ki sizlerin çocukluk ve ilk gençlik yıllarında mobil telefonunuzun kontörü ve şarjı bitmesi gibi bir endişeniz,aradığınız kişiye ulaşamayıp tekrar bir deneme yapma gayreti veya sinyallerde ki zayıflamadan dolayı seyrettiğiniz programın yarıda kalma ihtimali hiç olmamıştır.

Siyah-beyaz televizyondan renklisine geçmek hayatınıza kim bilir ne renkler katmıştı o zamanlarda?

Orta okul yıllarımda arkadaşımın saatinde bir araba yarışı oyunu vardı ,iki santimetrekare ekranda onunla oynamak ne keyifli bir durumdu.Biribirimizle kavga ederdik daha fazla oynayabilmek için.Günümüzde dev ekranda ve yüksek kapasiteli ses sistemleriyle sanki otomobil pistinde yarışıyormuşçasına bu oyunları oynuyor çocuklar daha gelişmiş versiyonlarını heyecanla beklerken.

Otuzlu yaşlar gelip geçerken işte insanın aklına bu ve bunun gibi bir çok soru takılır.Acaba çocukluk ve ilk gençlik dönemleri şimdikilerden daha mı keyifli yoksa daha mı ilkel ve renksizdi diye.

Eğer cevap ikinci şıksa o zaman bizim baba ve dedelerimizin yaşadığı hayatları nasıl tanımlamak gerekirdi? Günümüzün yeni nesil olarak adlandırılan bireylerinin yaşadıkları hayatlar çok mu tatminkar onlara göre?

Belki de sorunun cevabı insanın kendi içinde gizli , zaman ve mekanın hiç önemi yok.

13.Şubat.2008

Dünkü yazım da belirttiğim düşüncelerimi bu sabah Sabah Gazetesi'nde Ergun Babahan'nın yazısında da görünce bu ülkede benim gibi düşünenlerin varlığını bilmem memnun etti açıkçası.13.Şubat.2008 tarihli Ergun Babahan'nın yazısını paylaşmak isterim.

Milliyetçi Cephe ve Bölünme

Süleyman Demirel, 9'uncu Cumhurbaşkanı sıfatıyla konuşmuş ve "Türkiye'de bölünmemiş müessese, halk kesimi kalmamıştır" yorumu yapmış. Haklı, çünkü onun başbakanlığı döneminde Türkiye cephelere ayrılmamıştı, Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmamıştı.

Gençler, evleri basılıp karşı görüşteki insanlar tarafından öldürülmüyordu, Türkiye tek vücut bir haldeydi.

Elbette değildi.

Bugünkü Türkiye ile karşılaştırıldığında durum vahimdi.

Milliyetçi Cephe hükümetleri kurulmuştu, her gün onlarca genç can veriyordu.

Cephe ve bölünme o zaman vardı asıl. Üstelik devletin de taraf olduğu bir bölünme vardı. Hükümetin göz yumduğu ortamda, polisiyle, çetesiyle taraf olan bir tablo vardı ve sadece iktidarın sürmesi için kan dökülüyordu.

"Bana milliyetçiler adam öldürüyor, dedirtemezsiniz" diyen bir başbakan vardı. Şimdi o günleri unutup, o günlerin özeleştirisini yapmadan ortaya çıkmak bence doğru bir davranış değildir.

Bugün Türkiye'nin gidişatından endişe duyan bir kesim olduğu doğru. Ama yangına körükle giden, bu endişeyi körükleyen bir kesimin olduğu da bir başka doğru. Türkiye'de genç kızlar üniversiteye başörtülü girince bütün rejim elden gidecek, Türkiye bölünüyor havası yaymak ise yanlış.

Önemli olan yaklaşımınızdaki samimiyet, geçmiş hesabınız. Sabıka dosyanıza bakmanız gerekir konuşurken.

Kendi döneminizin hesabını vermişseniz, bölünmelerin hesabını sorma hakkınız vardır. Ama Türkiye tarihinin görüp göreceği en büyük cepheleşmeye imza atmışsanız ve bunun tarihi sorumluluğu ile hesaplaşmamışsanız, "içinizin yanması" için, çok ama çok geç kalmışsınız demektir.

Türkiye'de kimse geçmişiyle hesaplaşmıyor, geçmişin hesabını vermek istemiyor. Cepheleri, dökülen kanları, yitip giden hayatları görmezden geliyor. Ecevit "kontr-gerilla" diye haykırırken başını kuma gömenler, şimdi başkalarından hesap sorar hale gelebiliyor.

O zaman olayların üstüne gidemeyenlerin ceremesini bugün Ergenekon'larla ödüyoruz oysa. Geçmişi bilmeyenleri, unutanları kandırabiliriz.

Ama geçmişi hatırlayanlar hep çıkacaktır.

Bahçelievler katliamlarını, 16 Mart bombasını unutmayanlar hâlâ vardır. Ve onların kulaklarında "Bana milliyetçiler adam öldürüyor, dedirtemezsiniz" diyen bir başbakanın sözleri çınlamaktadır.

Onun için bize bölünme hikâyeleri anlatmayın.

Biz bölünmenin ne olduğunu biliyoruz. O cehennemi geçtik ve bizi o yollara götürenleri de çok yakından tanıyoruz.

Ergun Babahan

2/12/2008

12.Şubat.2008 Süleyman Demirel

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel türban serbestisi ile ilgili görüşünü Güniz Sokak'taki evinde dile getirirken şunları söylemiş; ''Türban konusunun ileride kamuda çalışanlar için de gündeme getirilirse, büyük sıkıntılar ve bölünmeler olabilir. Üniversitede okumak Türkiye’de zaman zaman büyük sıkıntılar geçirdi. Türkiye’de 1970’li yıllarda üniversiteler okunamaz hale geldi. Gencecik çocuklarımız birbirlerini kırdılar, geçirdiler. İnşallah o durumlara düşmez Türkiye.''

Bu açıklama aslında Demirel'in yaptığı olağan açıklamalardan fakat beni aslında hiç şaşırtmaması gerekirken gerçekten şaşırttı.Sanki 1970'li yıllarda bu ülkenin kaderine etki etmemiş, gençleri kamplara ayıran bir tarafın önde giden kişisi olmamış, bir dönem ülkeyi karmaşaya iten bir grup insandan bir tanesi değilmiş gibi rahatça bu açıklamaları yapıyor. Aslında 45 yıldır fazla bir süredir bu açıklamaları yapıyor.Süleyman Demirel'i tanımak için farklı bir gözden bakmak isteyenlere Soner Yalçın'nın ''Bay Pipo'' kitabını öneririm. Yakın tarihimizi anlatan bu kitap gerçek kişilerin ağzından yaşananları aktarmaktadır.

Sonuçta politikacı olmanın gereğide nabza göre şerbet verebilecek açıklamaları yapabilmektir zaten. Sayın Demirel'in Türkiye siyasi tarihine kazıdığı bir vecize vardır :''Dün dündür bugün bugündür.'' Çok şey anlatır bu cümle anlayabilene.

2/08/2008

08.Şubat.2008

Haftanın sonu yine geldi.Meteoroloji Genel Müdürlüğü'ne göre Cuma günü Marmara Bölgesi'nde başlayacak yağmur Cumartesi günü yurdun büyük bir bölümünü etkisi altına alacakmış ve Cumartesi günü Trakya'dan yurda sokulacak kar yağışı Edirne ve çevresinde etkili olacakmış.Son yaptıkları tahminler ile iyice inandırıcılıklarını kaybettiler gibi görünüyor. Özellikle iki hafta önceki beklenen kar ve İstanbul Belediyesi'nin gayretli çalışmaları hepimizi bayağı etkiledi!
Aklıma geçtiğimiz kış aylarında ani bastıran kar yağışları sonucu mahsur kalan insanlar geldi ve şimdi yağmayan kardan öncesi yapılan büyük hazırlıklar.Burası Türkiye olur böyle vakalar...

2/06/2008

Ayasofya


ayasofya, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

537 yilinda bitirilmiş.Sonradan camiye çevrilen bu kilise. Anthemius ve Tralles isimli iki matematikçi-mimar tarafından tasarlamış.
Efsaneye göre bekçisi bir melekmiş. Ayasofya yapılırken, inşaata ustalardan birinin çocuğu bekçilik ediyormuş molalarda. bir melek çocuğa görünüp babasını çağırmasını istemiş, çocuk da ayrılamayacağını söyleyince melek “ sen gelene kadar senin yerine beklerim” demiş. Bunu gören imparator Justinianus, yapıya sonsuza kadar bu melek göz kulak olsun diye çocuğa para verip uzak bir ülkeye yollamış.
İstanbul silüetinin değişmez parçası.

Topkapı Sarayı


topkapi palace, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Büyük Osmanlı İmparatorluğu'nun dünyaya açılan kapısı.
Her ziyarete gittiğimde ilk defa gitmiş hissine kapılıyorum.
Her yeri tarih kokuyor.Sanki ''Padişahım çok yaşa'' sesleri etrafta çınlıyor.Osmanlının büyüklüğünü anlamak için mutlaka ziyaret
edilmeli.

2/04/2008

04.Şubat.2008

Konumuz 03.Şubat.2008 Fenerbahçe-Galatasaray Fortis Türkiye Kupası Maçı. Baştan belirtmek isterim ki yazım tamamen taraftar gözüyle yazılmakta olup her hangi bir objektif yaklaşım yoktur fakat genel herkesin kabul edeceği doğrular içermektedir.Bu doğruların Fenerbahçe taraftarına tam ters yanlış olduğu zaten aşikardır.Bir kere daha herkes kabul etti ki rakibi küçümsemek, önceden havaya girmek futboldaki temel hatalardan birisidir. Her oynanacak maç kendi içinde bir ciddiyet ve önem arz eder ve hiç bir maç bugüne kadar oynanmadan kazanılmamıştır.Bir kere daha Fenerbahçeli dostlarımız bu gerçek ile yüzleşmiş oldular.Onlar açısından akşamın pozitif hanelerine yazılabilecek not budur bence.

Maç ile ilgili gündemin en çok öne çıkan maddesi saygı duruşunda Galatasaray taraftarının etmiş olduğu söylenen küfürlerdi.Bu küfürlerin nedeni her ne olursa olsun ( orda taraftarlar arasında bulunanların ifade ettiği saygı duruşu sırasında kendilerine çakmak fırlatıldığı söylenmektedir ne kadar doğru olduğunu bilemem ama bu görüşü destekleyen sabah lig radyoda ki bağlanan bir dinleyicinin Saraçoğlu Stadı'na girereken yeteri derecede aranmadığı iddası insanın aklına farklı durumlar getiriyor ) yakışmamıştır bununla beraber bir grup insanın davranışları tüm camiayı bağlamadığını düşünüyorum ve tekrar tasvip etmediğimi söylüyorum.

Fakat her ne hikmetse dün akşam ki maçta Fenerbahçelilerin öne çıkarttığı husus bu hareketti.Her başarısız oynadıkları Galatasaray maçınan sonra bir şekilde gündemi değiştirmek için yaptıkları bu hareketlere aslında Galatasaray camiası fazla şaşırtmıyordur sanırım.Aklımdaki soru eğer Fenerbahçe Galatasaray'ı yenmiş olsaydı yine aynı duyarlılık gösterilecek miydi acaba?

Maça gelince bir Galatasaray taraftarı olarak oynadığımız futboldan çok memnun kaldım.Yıllardır Saraçoğlu Stadı için yaratılan stres genç oyuncularımızın hırsı ve inanmışlığı sayesinde aşıldı tabi ki Fenerbahçeli medyanında gayet olumulu katkısı olduğunu düşünüyorum motivasyon anlamında.

Yılların kurt hocası Kalli diğer anadolu takımlarına da taktiksel olarak ipuçları verdi Fenerbahçeyi çözmek adına.Kalli'nin tek yaptığı düşünülen hata Hakan Şükür Ayhan Akman değişikliğidir.Tabi ki hocanın takdiridir fakat Hakan Şükür'ün oyundan çıktığı dakikadan sonra Fenerbahçe Galatasaray'ın üstüne daha fazla gelmeye başlamış ve uzun süren sakatlıktan yeni kurtulan Ayhan Akman üzerindeki doğal olan tedirginliği atamayarak takıma katkı sağlayamamıştır.

Dün geceden aklımda kalan beni etkileyen iki sahne var .Birincisi maçın sonlarına doğru artık beklentisini yitiren Fenerbahçe taraftarının sessizliği ve bu sırada orda bulunan ikibinbeşyüz taraftarın takımı çılgınca desteği ve televizyonlara yansıyan tezahüratı, ikincisi ise maç sonunda iki takım futbolcularının birbirlerini tebrik etmesidir.

Yarı Finalisti belirlemek için bir doksan dakika daha kaldı.Tüm Türkiye gibi bende heyecanla bekliyorum.

2/01/2008

01.Şubat.2008

Akla gelenler... Profesör Bahar Karaoğlan soruyor: "Dini inanç gereği üniversitede başörtüsüne izin verilirken Başbakan ilköğretim, ortaöğretim ve kamu görevinde başörtüsüne izin vermeyeceklerini söylüyor. Garanti veriyor! Bizim dinimiz sadece 'üniversitede baş örtülür' diye mi emrediyor?

1/31/2008

31.Ocak.2008

2.Şubat.2008 günü Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneği önderliğinde saat 14:00' da, türbanla ilgili anayasa değişikliğini girişiminden vazgeçilmesi amacıyla bir miting yapılacakmış.Sonuçta ne olacak ? Herşey olduğu gibi devam edecek.Bir faydası olacak mı ? Ne yazık ki hayır.Hatta AKP'nin işine gelecek bir önceki seçimde olduğu gibi. Milyonlar İzmir'de yürüdü İstanbul'da yürüdü Türkiye'nin her yerinde yürüdü ellerinde bayraklar ve marşlar eşliğinde.Sonuç AKP tekbaşına %47 çoğunlukla iktidar oldu.Demek ki oyveren vatandaşların büyük kısmı iktidar partisini tehlike olarak görmüyor. Hiç bir ülke vatandaşı kendi ülkesini tehlikeye atacak bir grubu iktidara getirmez diye düşünüyorum.Buna inanmak istiyorum.

1/30/2008

30.Ocak.2008

AKP iktidar olduğundan beri belli aralıklar ile gündeme gelen türban konusu son günlerde medyanın en öne çıkan maddesi.Aslında konuyu öne çıkaran AKP ve destekçisi MHP, konu üzerinde sürekli yazan çizen basın ve tabi ki okuyan bizler. Yasa da yapılacak düzenlemeler ile türban konusu yasal bir gerekçeye dayanarak artık daha fazla tartışma ortamı yaratmasını bertaraf edecek hükümet ve iktidar.

Konu ile ilgili en net gözlemim 1992-1996 yıllarında üniversitedeyken sayıları fazla olmasa da türbanlı öğrencilerin varlığı ve konunun hiçbir şekilde tartışma yaratmamasıydı.Bir kesim türbanlı öğrencilerin üniversiteye girememesini kişilik haklarına müdahale olarak değerlendirirken bir kesimde laik Türkiye çizgisinden uzaklaşmaya başladığımızın net bir göstergesi olarak yorumluyor durumu.

Yasaklı bir ülkede yaşamak benim de tercihim değil ama bu serbesti ilerki dönemlerde başka özgürlüklere de emsal teşkil ederse Türkiye'nin modern ve çağa ayak uydurmuş kimliğinden uzaklaşacağı kaygısını bende taşıyorum.İzle ve gör politikası geçerli olacak önümüzdeki günlerde.

Bu arada gerekli yasal düzenlemelerden sonra klasik bir CHP hareketi olarak konu anayasa mahkemesine taşınacak ve uzayıp gidecek. Bu ülkede otuzbeş yılını geçirmiş bir vatandaş olarak net hatırladığım son onbeş yıla baktığımda aynı filmler baştan oynatılıp oynatılıp duruyor.Yaşı altmış ve üzeri olanlar bu söylediğime onbeş değil otuzbeş yıldır kırkbeş yıldır aynı diyecekler doğal olarak.

Yazımın sonucuna gelince herhangi bir sonuç yok.Tüm Türkiye pazar günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçını bekliyor.

1/29/2008

29.Ocak.2008

Beklenen kar geldi.Aslında çok fazla beklenti yaratıldı. Belediye Başkanı önümüzdeki yerel seçimleri de göz önüne alarak tam mesai çalıştı.İstanbul halkı huzurlu uyudu kardan yollar kapanmayacak diye.Fakat yolları kapatacak kadar kar yağmadı.

Bir conta yüzünden 9 kişi tren kazasında hayatını kaybetti. Daha önceki tren kazasının da görevde olan ve davalar sonucu tekrar görevine iade edilen genel müdür halen görevine devam ediyor. AKP ve MHP ülkenin en büyük sorununu çözmek için kolları sıvadı. Ekonomi durgunlaşmış, dünya krizin eşiğinde çokta önemli sıkıntılar değil. Öncelikle türban işi çözülsün yeter ki.

Yunanistan Başbakanı geldi 3 kadeh rakı üzerinede bira içti. Çok memnun ayrıldı ülkemizden. Türkiye Kupası'nda Cim Bom Fenerbahçe ile eşleşti. Fenerliler şimdiden havaya girdi yirmi küsür sene sonra kupa alabilmek adına.

Internet forumlarında taraftarlar kapıştı.Konuşan Türkiye kapışan Türkiye...

1/24/2008

Uğur Mumcu Anısına...Sesleniş

Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

* * * Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

* * * Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...