9/28/2011

Araba Sefası



Araba sefası, originally uploaded by kayihan_badalioglu.
Meraklı iki çift göz...

1/09/2011

Sapanca Gölü


Sapanca Gölü, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

1/03/2011

Kuru Dallar


Orman, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Maşukiye - Kartepe


Maşukiye - Kartepe, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

2011

Yeni yılın ilk yazısının konusu yeni yıla nasıl girdik olması çok enteresan gözükmüyor aslında. Lakin bu sitenin kişisel bir blog olması sebebiyle yeni yıla benim nasıl girdiğim ilerleyen senelere düşülecek bir not olması nedeniyle benim için önemli. 2011 senesinin ilk dakikalarina uyku modunda girmem belki de son 20 senedir yaşamadığım bir durumdu açıkçası. Yılbaşı nedeniyle Egemen ve Rüzgar'a uyumama serbestliği tanımamız ve serbestliğin on ikiye kadar sürmesini takiben uykusuzluğun ikizlerin başına vurması ile anneleri tarafından yatmaya götürülüşleri tam 12.00 de benimde onların yanına çıkarak yatağa uzanma hareketim, milyonlarca insan eğlenirken benim uyku moduna geçişimin detaylı tasviridir. Allahım bütün sene uyuyacak mıyım geyiğini yapmaktan şiddetle kacıyorum. Zaten yılbaşı geldi eğlenmeliyim koşullanmasını gençlik günlerinde bırakmiş biri olarak yılbaşında aile ve dostlar ile ev ortamlarında geçirmeyi tercih etmem de 31 aralık gününde yapilacak en güzel hareketi ortaya koymaktadır.



12/20/2010

2010 YILI OLAYLARI

Her sene geleneksel olarak yazdığım benimle birlikte yazılı ve görsel medya ile kişisel bloglar dünyasınında bu zamanlarda en klasik konusu olan geçen yılın ardında yaşanan önemli olayları bir kere daha yazalım.



Öncelikle Badalıoğlu ailesinin 2010 senesi Egemen ve Rüzgar’ın bir yaş daha büyümeleri ile daha hareketli geçti.

Mayıs ayında Ankara, Amasra, Safranbolu’yu kapsayan kış tatilini, ağusta ayında ise Ayvalık ve Enez’de ki yaz tatilmizi keyifle gerçekleştirdik. İnsan masabaşı ve rutin bir işte çalıştımı yılın en önemli olayları tatile çıkmak oluyor görüldüğü üzere.

Rüzgar dilimizi konuşmak konusunda oldukça yol kat etti. Egemen de gün geçtikçe kendini geliştirmekte. Kardeşlerin ilgil alanları içerisinde outdoor aktivite olarak bilimum lokallerdeki çocuk parkları, indoor aktivitelerde ise başta Tarkan’nın öp klibi olmak üzere Yusuf Güney, Sertap Erener ve Sıla’nın kliplerinde dans etmek yer almakta. Yeri gelmişken çocuklu aileler için rahat yemek yerken çocuklarımızda oynasın, yediklerimiz boğazımıza dizilmesin diyenlere mekan tavsiyem Maltepe sahildeki Günaydın Et Lokantası’dır. Belirtmek isterim ki mekanın reklamını herhangi bir ücret karşılığında yapmıyorum. Özellikle ebeveynlerin iki yaş grubu çocukları ile restaurantlarda nasıl mücadele ettiklerini yaşayarak tecrübe ettiğim için toplum hizmeti yapmaktayım. Ayrıca bu yazımı okuyanların da mekan tavsiyelerini yorum olarak yazımın sonuna eklemelerini rica ederim.

2010 yılı Türkiye için yine yoğun gündem maddeleriyle geçti. Her zaman olduğu gibi bir olay bitmeden bir yenisi başladı ve gündem sürekli fokurdayıp durdu. Siyaset dünyasında bence en önemli olay koltuğu bırakmaz denilen Deniz Baykal’ın bir kaset skandalı ile apar topar CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesiydi. Önümüzdeki sene otuz sekiz yaşıma basıyorum. Yolun yarısını geçmiş durumdayım. Ben daha ilkokula başlamamışken Deniz Baykal yılların siyasetçisiydi. Neredeyse otuz küsür sene geçti ısrarla kendisi siyasete devam etti. Bu kadar yılın emeğinin kanıtlanmayan kaset görüntüleri ile son bulması sadece ülkemize özgüdür diye düşünüyorum.


CHP’nin seçim başarısızlıklarını Baykal’a bağlayanlar ise 12.Eylül.2010 tarihinde yapılan referandum sonucu ile seçim kazanmak için sadece lider karizmasının yetmediğini bunun yanında plan, program ve proje üretmenin de gerekli olduğunu görmüşlerdir umarım. Diğer taraftan Adalet ve Kalkınmanın Partisi iktidarına iktidar kattığı bir sene olmuştur. Ciddi bir oy farkıyla anayasanın bazı maddelerinin değişikliği hakkındaki referandumdan istedikleri sonucu çıkarmışlardır. Ayrıca her millet layık olduğu şekilde yönetilir sözünün doğruluğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

En son görevi Eskişehir İl Emniyet Müdürlüğü olan Hanefi Avcı ‘’ Haliç’te Yaşayan Sİmonlar’’ kitabıyla yurt çapında büyük ses getirdi. Kitabın yayımlanmasından bir süre sonra yasadışı faaliyetlere katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine kondu.


2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un tarihi yapılarından bir olan Haydarpaşa Garı restorasyon sırasında yandı.


2010 yılı dünya kupası Afrika kıtasında yapıldı. Vuvuzella sesleri müsabakaların önüne geçti. Seyirciler FİFA’dan vuvuzellanin maçlara girmesini yasaklamalarını isteselerde bu istek kabul olmadı.


Milli takımımızın yer alamadığı kupa İspanya’ya giderken dünya şampiyonu takımın teknik direktörü bir dönem Beşiktaş’ı da çalıştıran nam-ı değer ‘’ Arnavutköy Kasabı’’ Vicente Del Bosque’ydi. Hatırlanacağı üzere 2008 Avrupa Şampiyonu da olan İspanya milli takımını şampiyonluğa taşıyan teknik adam ise Fenerbahçe’den kovulan Luis Aragones’di. 2010 senesi içinde ülkemizde kovulan ünlü teknik adamlar listesine Frank Rijkaard’ta eklenirken kariyerinde Barcelona ile 1 Şampiyonlar Ligi, 2 lig ve 1 de İspanya Kupası kazanmasının Türkiye’de bir anlam ifade etmediğini tüm dünyaya gösteriyorduk. 2010 senesi Galatasaray tarihine hem Özhan Canaydın Başkanın pankreas kanseri sonucunda vefatı hem de tarihin en başarısız senelerinden biri olarak geçiyordu.


2010 senesinin yurtiçindeki en önemli spor olayı Anadolu’dan çıkan ikinci şampiyon olan Bursapor’du. Bursaspor tarihinde ilk defa şampiyonlar ligine katılırken ilk turda oynanan altı maç sonunda iki gol ve bir puanla grup sonuncusu olarak Bursa’ya geri dönerken altı gol yediği Valenci maçında attıkları ilk şampiyonlar ligi golünün sevincini yaşıyordu. Bursaspor’un şampiyonluğundan söz ederken ligin son haftası Fenerbahçe-Trabzonspor maçında meydana gelen yanlış anons sebebiyle Fenerbahçe taraftarının yaşadığı kısa sürelik şampiyonluk sevincinide 2010 yılının en ilginç spor olayları içerisinde yer vermek gerekir.


2010 Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda Nevin Yanıt 100 metre engelli finalinde 12.63 gibi mükemmel bir derece ile Türkiye rekorunu da kırarak Avrupa Şampiyonu oldu. Türk atletizm tarihine geçti.









2010 yılınn takımı ise A Milli Erkek Basketbol Takımıdır. Dev adamlar ilk defa ülkemizde yapılan dünya kupası finallerinde finale çıkmayı başarırken Türk spor tarihinde takım sporlarında kazanılan en büyük başarıyı elde etmiştir. Maç sonraları canlı yayında yaşanan sevinç anları ise her daim akıllarda kalacaktır.


Müzikal etkinlikler açısından 2010 senesi oldukça tatmin ediciydi. Benim de seyretme fırsatını yakaladığım Sonisphere Festivali’nde Metallica, Megadeath, Slayer, Anthrax, Accept, Manowar, Rammstein boy gösterdi.



Ayrıca U2, Scorpions, Ozzy Osbourne, Cranberries, Bob Dylan, Eric Clapton da ülkemize geldiler. Lise yıllarındayken rüyamda Türkiye’ye geldiklerini görsem inanmayacağım bu yıldızların Türkiye’yi de konser programlarına dahil etmesi harika olmakla birlikte bu listeye 2011 senesi için Iron Maiden’nın da eklenmesi dileğiyle.

Bunun dışında Eurovizyon şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil eden Manga’nın ikinci olması geçen seneki Hadise olayının üzerine iyi geldiğini de not düşelim.


2010 yılında dünya yine ekonomik krizler ile çalkalandı. Özellikle yaşlı Avrupa kıtası krizden oldukça etkilendi. Senenin sonuna doğru ise Wikileaks internet sitesinin ortaya çıkardığı gizli belgeler bütün dünyayı sallarken, açıklanan belgeler içinde Türkiye ile alakalı olanların sayısının fazlalığı dikkat çekiciydi.


İzlanda da patlayan yanardağ bütün Avrupa’yıetkilerken küller ülkemizekadar geldi. Zaten hangi konu da olursa olsun Avrupa hapşırdı mı biz nezle oluyoruz !


2010 senesinin ilginç ve yoruma açık bulduğum olayları da şöyleydi;
  • Antalya'nın Alanya ilçesi Mahmutlar beldesi açıklarında bir uçağın denize düştüğü iddia edildi. İlçe Kaymakamı, "Aramalardan hiçbir şey çıkmadı. Zaten deniz dalgalı da değildi. Uçak düştüğünde en azından deniz yüzeyinde bir yağ tabakası oluşması gerekirdi ki hiçbir bulguya rastlanmadı." dedi. İhbarın gerçek olduğuna dair delil bulunamadı. TÜBİTAK yetkilileri cismin düşen bir meteor olabileceğini söylediler.
  • Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Ergenekon soruşturması kapsamında ifade verdi.
  • TÜSİAD yeni Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner oldu.
  • İpad daha piyasaya çıkmadan Çinlilerin taklit ettiği ortaya çıktı.
  • Letonyalı illüzyonist Gennadi Palçevski, Moskova da buzdan yapılmış kütlenin içinde 64 saat 32 dakika kalarak dünya rekoru kırdı. Ne gerek vardı ki ?
 
  • Türkiye İstatistik Kurumu Türkiye'de 3 milyon 471 kişinin işsiz olduğunu açıkladı. İşsizlik oranı yüzde 14 ile zirve yaptı. Zirvedekiler ne yaptı ?
  • 33 yıl sonra işçiler 1 mayısı Taksim meydanında kutladılar. 
  • Altı yıl boyunca efsane olan ''Lost'' dizisi finali yaptı. Bende dahil hiç kimse finalden memnun kalmadı.
  • Dünya Kupası'na Almanya'nın oynadığı altı maçın sonucunuda doğru tahmin eden ''Kahin Ahtapot Paul'' damgasını vurdu. Kendisini 26 Ekim günü kaybettik.
  • Şili'de çöken madende mahsur kalan 33 işçi 700 metre altından 69 gün sonra kurtarıldı. Diğer taraftan Türkiye'de ise 28 madencinin hayatını kaybettiği göcükte  2 madencinin cesetlerine aylarca ulaşılamıyordu.
  • Habertürk Gazetesi yazarı gazeteci Bekir Coşkun' nun görevine son verilirken, Hürriyet Gazetesi başyazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi görevinden istifa ediyordu. Ekşi, 28 Ekim 2010 tarihli yazısında, AKP'nin Karadeniz'de hidroelektrik santraller yapımı konusundaki ısrarını dile getirirken "analarını bile satan zihniyet" ifadesini yazısında kullandı. Gelen tepkiler üzerine, 30 Ekim 2010'da "Ayarı kaçırmışız" başlıklı bir yazı yazarak yazısında "Lafın hem ayarını kaçırmışız, hem de seviyesini çok düşürmüşüz" diyerek özür diledi. Yılın son gazeteci vakasıda  Amerika Birleşik Devletleri diplomatik belge sızıntısı olarak bilinen belgelere göre ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'ın talebi üzerine Yeni Şafak gazetesi genel yayın danışmanı olan Koru aynı gazetede yazan İbrahim Karagül'ün görevden alınması için gazete yönetimine baskı yapsa da başarılı olamaması ve  bu olayın ortaya çıkması üzerine Koru gazetedeki görevinden ayrılmaydı.

11/20/2010

İstanbul'da kar ve kış

Çok yakında güneşli ve ılık havalar bitecek ve yerini yağmur, çamur ve kar alacak.
Ne kötü...

11/19/2010

İznik Gölü


iznik gölü, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

KB


KB, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

İstanbul


İstanbul, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Çengelköy'den köprüye bakış.

Enez


Enez, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Yaz sonu sahil bomboş...

8/26/2010

2010 Yazı, Egemen ile Rüzgar ve Referandum Üzerine....

En son yazı üzerinden yaklaşık altı ay geçti. Bu altı aylık dönem içerisinde bıkmadan usanmadan bu siteyi hemen hergün takip eden Bursa da ki takipçime çok teşekkür ederim. Kendisinin kim olduğunu gerçekten merak etmekteyim. Benimle bağlantıya geçerse çok memnun olurum. Profil bilgilerimden e-posta adresime ulaşabilir.

Geride kalan altı ay içerisinde hayatım doğal olarak sevgili oğullarım ile dolu olarak geçti. Bu doluluk temmuz ayı ile birlikte çocukların yazlığa gitmesiyle yerini, haftaiçi günlerde özleme, haftasonların da ise birlikte olmanın mutluluğuna bıraktı. Babalar genellikle çocuklarını haftaiçi zamanlarda akşam vakti onlar uyumadan önce bir kaç saat görürler. Ancak haftasonları ve izin günlerinde tam anlamıyla birlikte vakit geçirme şansı olur. Bende bu şansı en güzel şekilde temmuz ayının son haftası ve ağustos ayının ilk haftası değerlendirdim.
Sırasıyla Assos Kadırga Koyu'nda Albena Otel'e, Ayvalık Cunda Adacamping'e ve Enez deki yazlığımıza gittik. Albena Otel çocuklar için uygun bir tatil mekanı fakat sahilin küçük taşlardan oluşması yüzünden çocuklar daha çok havuz keyfi yaptılar. Cunda'nın tabiat olarak en güzel köşelerinden birinde kurulan Ada Camping'te de çok daha küçük ama taşlı bir kumsal olsa da çocuklar deniz ve kum ile vakit geçirebildiler. Ada Camping'e gitmeyi planlayanlara tavsiyem yanlarında mutlaka kredi kartı bulundurmaları çünkü ödemeler nakit olarak kabul ediliyor ayrıca ekstra harcama yapmadan önce tesisin fiyatlarını iyi kontrol etmeleridir.

Egemen ve Rüzgar'ın ikinci yaşlarına gelmelerine nerdeyse bir aylık bir süre kaldı. Geçtiğimiz bir sene içinde önemli boyutta gelişim sağladılar. Artık istediklerini ve istemediklerini çok net olarak ifade edebiliyorlar.Hatta kelime haznelerinde ''hayır'' çok fazla kullanıyorlar. Rüzgar konuşmayı sökme hususunda Egemen'nin önünde gidiyor.Fakat Egemen dişlerini Rüzgar'dan önce tamamladı. Rüzgar emzik bağımlılığından kurtuldu nihayet. Hergün yeni bir keşif peşindeler.

Egemen top peşinde koşmaktan, Rüzgar ise gitarı ile dans ederek şarkı söylemekten çok keyif alıyor. Onları bu şekilde görünce aklıma yetmişlerin yeşilçam filmi ''Uyanık Kardeşler'' geliyor. Filmin başrol oyuncuları Kadir İnanır, Müjdat Gezen ve Hulusi Kentmen. Hulusi Kentmen fabrikatördür ve oğullarının da mühendis olup fabrikasında görev yapmasını istemektedir. Ama bir tanesi futbol oynar diğeri de müzik ile uğraşmaktadır tabi babalarından gizli olarak. Bakalım ben neler göreceğim ilerleyen yıllarda.

Bu yazın benim için yıllık iznimden önceki en büyük aktivitesi iki günümü geçirdiğim Sonisphere Festivali'ydi. Seksenli yıllarda heavy metal severlerin ancak rüyasında bir arada görebileceği Metallica, Megadeath, Slayer ve Anthrax festivalin son  günü sahne alırken bir önceki gün de Manowar ve Accept İstanbul'da boy gösterdi. Lise yıllarımda bu grupları görmenin hayal boyutunu otuzlu yaşlarımın ikinci yarısında gerçeğe dönüşmesine şahit olmak harikaydı.

Bir kaç kelime de referandum üzerine söylemeden olmaz. en son hatırladığım referandumdan aklımda kalan ''No'' yazılı tşörtlerdir. Sonuç ise Baba ve dönemdaşlarının siyasete geri dönüşüdür. Belki de bu referandum sonucunda AKP'nin iktidara gelmesinin temelleri atılmıştı. Bugünkü referandum sonucunda ise çok fazla değişiklik olacağına inanmıyorum. Zaten birbirinden alakasız maddelerin aynı sepet içinde değerlendirilmesinin çok anlamlı olduğunu da düşünmüyorum. Diğer taraftan oylanacak Anayasa değişikliği paketinin içeriği hakkında halkın ne kadarının bilgi sahibi olarak oy vereceği bu doğrultuda çıkacak sonucun ne kadar sağlıklı ve gerçeği yansıtacağı oldukça belirsizdir. Halk desteklediği liderlerinin yönlendirmesine göre evet veya hayır diyeceklerdir. Çoğunluk olan iktidar partisinin geçtiğimiz iki seçimdeki oy oranına baktığımızda 12 Eylül'de ki referandumun sonucunu  tahmin etmek hiçte zor değildir. Bence asıl sorun ülkenin hızla kamplaşmaya doğru itildiğidir. Bunun örneklerini görmek için güncel basılı ve görsel medyayı takip etmek ve dışarıya çıkıp etrafa bakınmak yeterlidir. Herşeye rağmen yine de memleketimize HAYIRlı olsun. 




3/09/2010

Deprem ve Makus Talih

Türkiye de gündem bir kere daha Elazığ’dan gelen deprem haberiyle değişti. Dünyanın başka bölgelerinde aynı şiddetteki depremlerde can kaybı yaşanmazken ülkemizde 51 vatandaşımız hayatını kaybetti. Deprem sonrası Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Deprem Danışma Kurulu üyesi Prof. Dr. Mithat Fırat Özer’in, Elazığ'daki depreme ilişkin olarak, ''Burası zaten deprem beklediğimiz bir bölgeydi. Son bir yıllık depremler ve özellikle son bir ay içinde küçük bir deprem aktivitesi ortaya çıkmaya, dikkat çekmeye başlamıştı zaten'' şeklinde yaptığı açıklamanın ise hangi sebeple yapıldığını anlayamadım. Madem bölgede deprem beklentisi vardı neden önlem alınmadı ?

Bir defa daha görüldü ki deprem değil bina öldürüyor. Hayat şartlarının zorluğu nedeniyle kerpiç evlerde oturmak zorunda kalan vatandaşlarımız bir kere daha kaderin tokadını yemiş oldular. Aynı bölgede 1983 yılında meydana gelen 6.9 büyüklüğünde ki depremde de kerpiç evlerin yıkılması sonucu 1155 kişi ölmüş, 1142 kişi yaralanmıştı. 27 yılda değişiklik olmadı, yine kerpiç evlerde vatandaşlarımız hayatlarını kaybetti. Telefonların ceplere girdiği, görüntülü konuşmaların yapıldığı bir çağda, Türkiye de insanların fakirlik yüzünden oturmak zorunda oldukları kerpiç evlerin yıkılması sonucu ölmesi çok acı ve kabul edilebilir değil. Görülüyor ki Türkiye’nin batısı gelişiyor ama doğusunda yaşam şartlarında değişen bir durum yok.
Her ne kadar batının doğuya göre geliştiğini kabul etsekte olası bir İstanbul depreminde yaşanacak felaketin boyutu yetkililerin söylediği gibi 30.000’den çok daha fazla olacağını düşünüyorum. Gebze ve Çatalca arasındaki bölgede Türkiye nüfusunun önemli miktarının yaşadığını ve doğudan batıya göçenlerin doğudaki yaşam koşullarını batıda devam ettirme zorunluluğu ile çarpık kentleşme ve sonucunda da denetimsiz yapılaşmayı gözününe aldığımızda uzmanların önümüzdeki 50 sene içinde olmasını bekledikleri muhtemel depremde yaşanacak can kayıplarının ağırlığı gelir seviyesi düşük halkın yaşadığı bölgelerde olması büyük ihtimalle olasıdır.

Ne yazık ki bu ülkede depremin nedenini Allah’ın gazabına bağlayan zihniyet var olduğu sürece makus talihimize dur diyecekleri bekler dururuz.




3/02/2010

Mart Gündemi

Bahara adım attığımız bu günlerde ülke gündemi de bahar havası gibi baş döndürüyor.
Siyaset, magazin ve futbol ağırlıklı gündem konuları bir bir havada uçuşurken hepimizin gözü kulağı son dakika haberlerinde. İşlerimizi hep son dakika da halletmeyi seven biz Türkler için son dakika haberlerinin anlamı büyük.

Bizim evde ise gündem Egemen ve Rüzgar’ın yaramazlıklarıyla şekillenmekte.
Yaklaşık altı ay önce tam anlamıyla yürümeye başlayan kardeşler yüzünden oturma odamınızın yerleşim düzeni sürekli değişiklikler gösteriyor. Çünkü televizyona tırmanmak, dekoderin kartını ve kablolarını çıkarmak, elektrik prizlerine parmak sokmak gibi meraklarını önlemenin tek yöntemi odanın çeşitli yerlerine zigonlar, sandalyeler ve koltuklar ile kurduğumuz barikatlar sonucu ortaya çıkan yeni trend ev dekor çeşitlemeleri.

Aslında çocuklu ailelerde en iyi çözüm eşyasız, sadece halı ve minder olan evler diye düşünmekteyim.
Bu durumda tırmanma kabileti olan çocuklar istedikleri durumda duvarlara bile tırmanabilirler.

Yargı mensupları ile ısınan gündem, arkasından ordu mensuplarının gözaltıları ile alevlenirken uyuşturucu operasyonu ve Tarkan’nın sorgulanması ile ateş topu halini aldı. Bunların yanına Fenerbahçe’nin başaşağı gidişatı da eklenince muhtemelen yazılı ve görsel medya mensupları mesai üzerine mesai yapmaya başladılar.

Her gün televizyonlar birbilenler, bilirkişiler ve konunun uzmanları ile dolup taşıyor. Saatlerce konuşuluyor, sayfalarca yazılar yazılıyor ama ülkenin kaçta kaçı bu insanları dinliyor ve okuyor çok merak ediyorum açıkçası.

Medyanın gündemi ile sokağın gündeminin çok farklı olduğu kanısındayım. Bazı gündemler bir takım medya tarafından halkın gözüne sokulurken bir kısım medyanın ise hiç umurunda olmuyor.
Ulusal olarak nitelendiren kanalların yayın akışları ile uydudan yayın yapan yerel kanalların yayın akışlarları incelenirse bu kapsamda belirttiğim gündemin farklılığını daha net ortaya çıkacaktır.

Tek ortak gündem maddesi ise kuşkusuz futbol. Her Türk vatandaşının bu konuda söyleyeceği mutlaka bir iki cümlesi bulunmaktadır. Bende futbol konuşmaktan ve yazmaktan büyük keyif alıyor olsam da futbola bulaşmamış olmayı tercih ederdim doğrusu. Artık geri dönüş yok ve futbol virüsü yaklaşık otuz senedir kanımda dolaşmakta. Sorumlusu da babamdır. Sanırım ilerleyen yıllar da da Egemen ve Rüzgar’ın sorumlusu ben olacağım. Bayrak yarışı gibi bir durum .

Futbol demişken futbol gündeminin beni ilgilendiren kısmında neler var?

Normal olarak öncelikle Galatasaray tabi ki.

Uzun bir aradan sonra geçen perşembe günü (25.02.2010) Galatasaray’ın Atletico Madrid ile oynadığı UEFA kupası maçına gittim. Çünkü bu sezonun en önemli karşılaşmasıydı. Biletler satışa çıkar çıkmaz bitmiş, karaborsa da en az iki katı fiyatına satılmaktaydı. Maçtan aklımda kalanlar ise; daracık bir kapıdan ezile büzüle polis kontrolüne erişebilmemiz, sonra rahatça içeri girmek ve maç başlamasına yarım saat kaldığı için merdivenlerde ayakta durmak zorunluluğu.

Çıkış ise çok kolaydı; malum son dakika golünden hemen sonra stad boşalmadan çıkış kapısının yolunu tutarak kalabalığı geride bıraktım.

Maç başlamadan eski açık tribünün yaptığı gösteri gerçekten çok başarılıydı. Futbolcular sırayla tribünlere çağrılırken en son olarak kıdem itibariyle takımın en genci Emre Çolak yumruk şova davet edildi. Ayrıca Emre, Sabri abisinin klasik hareketi olan üçlü çektirme hareketinide seyircinin tezahüratı sonucu tribünlere yaptırdı. Sanırım bu hareket Sabri’den sonra Emre’ye geçecek, bundan dolayı ön bir deneme çalışması yaptılar.

Her maçta olduğu gibi maçı seyretmeden sırtını sahaya dönüp insanları tezahürat yapmaya yönlendiren hatta bunu görev edinen kişiler vardı. Şunu anladım ki artık benim maçlara gidip güruh ile birlikte bağırma, zıplama dönemim geçmiş. Maçı ve saha da olup bitenleri sakince seyretmek çok daha keyifli. Çok fazla da bağırmadım zaten. Sanırım takımını az destekleyen taraftar hanesine kayıt edilmişimdir. Maçın havasını, ortamını yaşamak, yapılan hareketlere tanık olmak gerçekten yaşanması güzel duygular ama evde sakin, huzurlu ve konforlu maç seyretmek, pozisyonları ve golleri tekrarlarıyla seyretmek daha cazip kırklı yaşların arifesinde. Tabi tarihi olarak nitelendirilecek maçlarda stadın havasını solumak ayrı bir durum, aslında bu maça gitme sebebimde tarihi bir maç olacağına inancımdı fakat olmadı.

Klüpler seviyesinde Avrupa kupalarında ki maceramızda Fenerbahçe ile birlikte başka bahara kaldı.
Milli takımlar seviyesindeki maceramız ise çoktan gelip geçmişti. Neyse ki Atletico Madrid maçı sonrası ligde ki ilk maçımızın, açık futbolu benimseyen Yılmaz Vural’ın Kasımpaşa’sı ile oynanması, dört gollü galibiyet ve takımın lig başlangıcında oynadığına benzer ofansif futbolu, Eskişehir maçına kadar yüreklere su serpti.

Diğer taraftan üst üste yedinci maçını da kazanamayan Fenerbahçe de kazanlar kaynamaya, Her Daum’un suyu ısınmaya başladı. İçerisinde Rıdvan Dilmen’nin de bulunduğu bir grup yorumcu ve köşe yazarı şimdiden şampiyonluğun gittiğine dair kehanetlere başladı bile. Geçtiğimiz sezonlar da dokuz-on puan geriden gelerek şampiyonluk yaşayan takımları hatırlarsak şimdiden kopartılan bu fırtınanın ne kadar yersiz ve sadece gündemi meşgul ederek bir grubun taraftarlarına yönelik gazete satmak ve tv seyrettirmek amaclı hareketler olduğunu düşünmek anlamsız olmaz.

Bu düzmece gündemler sırayla Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor için oluşturularak lig sonuna kadar servis edilecektir. Bu arada geçen sene yere göğe sığdırılamayan Sivasspor’a olan basının şimdiki ilgisinin ne derece olduğunu da hatırlatmak isterim. Geçen sezonun ilk yarısı kimsenin dikkate almadığı Beşiktaş sezonu iki kupayla kapatmıştı. Bu senede aynı şekilde Fenerbahçe iki kupayı da alırsa bu kadar olumsuz konuşan yazar, yorumcu tayfası neler söyleyecek gerçekten merak ediyorum.
Umarım bu öngörüm gerçekleşmez ve yorumcular haklı çıkar. Bende boş yere merak ederim.

Türkiye daha önce hiç tanık olmadığı olaylar tünelinden geçiyor. Belki bir on yıl önce gerçekleşmesi imkansız gibi görünen olaylar normalleşme adı altında yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Bir tür hesaplaşmanın sonucu gibi algılanan ve kamuoyunun tanıdığı bir çok isme hayatlarının en zor günlerini yaşatan, korku ve gerilim filmi olarak başlayan olaylar her geçen gün başka bir dram olarak gündemde ki yerini bir sonrakine bırakıyor. Filmin sonu kaygı ve endişe ile bekleniyor. Nedense gözümün önüne Red Kit’in çizgi filmlerindeki omzunda akbabası ile ellerini kavuşturmuş bekleyen cenaze levazımatçısı geliyor.

Ayrıca yine Galatasaray maçıyla aynı tarihte aramızdan ayrılan İhsan Doğramacı’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Bulutsuzluk Özlemi’nin YÖK’ün Yıldönümü şarkısını da seksenli yılların üniversitelilerine ithaf ediyorum.


Yök'ün Yıldönümü


Uzun, yorucu, felaket, parasız

Bitmez tükenmez, günler geceler

Binlerce test çözüp, sınavlardan geçtin

Ö.S.S. ve Ö.Y.S. bir sürü bilmece


Belki en yakın arkadaşınla

Yarıştırıldın ve sen kazandın

Önünde hep söylenen sonsuz ufuklar

Geçmişte kalmıştı bütün zorluklar


Oysa senden beklenmezdi senden istenmezdi

Tuhaf şeyler düşünmek tuhaf şeylere takmak

Yeni bir dönemdeydin sen üniversitedeydin


İndi kalktı coplar, kollar yoruldu

Kızlar tekmelendi, yerlerde süründü

YÖK’ün yıldönümüydü.


Yerlere uzattılar, yaka paça tuttular

Otobüse doldurup, merkeze kapattılar


YÖK'ün yıldönümüydü

Altı Kasım Doksanaltı Bu hep aklımda kaldı

Ye nokta Ö nokta Ke Yani YÖK

YÖK'ün yıldönümüydü

2/03/2010

Dört Yüz Elli Üç Kilometre Ötesi




Hayatımın ikinci Ankara dönemi 1979 yılında başlamıştı. Türkiye’de karmaşa ve kaosun yanısıra anarşi ve terörün kol gezdiği veya gezdirildiği yıllara denk gelmişti.

Fakat ben o dönemi değilde o yıllarda Ankara’dan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum.

Öncelikle İstanbul-Ankara arası yaptığımız yolculuklarımızla başlayalım.

Seksenlerde ulaşım için kullanılan en temel iki araç otobüs ve trendi. THY yolları dışında başka havayolu şirketleri olmadığından rekabet ve promosyon bilet gibi olgular yoktu.

Bundan dolayı uçak ile yolculuk etmek şimdiki gibi uygun fiyatlarda olmadığı için uçak , herkesin yapabildiği bir yolculuk şekli değildi. Bununla birlikte özel araç sahipliği de çok fazla değildi. Genelde ticaret ile uğraşan serbest meslek erbabı tanımına uyan kişilerin ağırlıklı olarak arabaları vardı. Ayrıca emekli ikramiyesi sayesinde eline toplu para geçenler ile babadan dededen kalma birikimleri olanların araba alma şansları vardı. Taksitli araç kredileri ve özel kampanyalı satışlar olmadığı için keza belli miktarda dolar bile bulundurmanın suç olduğu yıllarda her isteyen kolayca araç sahibi olamazdı.

Aile olarak otobüs yolculuklarını tercih ederdik. İki tane herkesin çok iyi bildiği ve güvendiği otobüs firması vardı. Seçimimizi özel tanışıklıklardan ötürü daha sonra Türkiye futbol tarihinde bir şekilde iz bırakacak kişinin de üyesi olduğu ailenin otobüs firmasından yana kullanıyorduk. Artık kaderin bir cilvesi mi dersiniz yoksa zorunluluklar mı yıllar sonra bende o grubun bir firmasında mecburiyetten bir süre çalışmak durumunda kalacaktım.

Seksenlerde İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları normal hava şartlarında yaklaşık yedi saat sürerdi.
Bülent Ortaçgil ‘’ yarım gün uzakta Ankara ‘’ diyordu o yıllarda yazdığı bir şarkısında.

Bir keresinde Eskişehir taraflarından Ankara’ya gitmiştik. Şimdi düşündüğümde neden öyle bir rota izlendiğine hiç anlam veremiyorum. Bolu dağını aşmak yolculuğun en stresli kısmıydı. En keyifli anı ise, Bolu Çizmeci Tesisleri’nde verilen yemek molası, tesisin çocuk parkında geçirilen zaman ve nefis el yapımı ayrandı.

Altı-yedi yaşlarında bir çocuk olarak hayatım ev ve okul arasında geçiyordu. Tabi haftasonları Ankara da, çok fazla seçenekte olmadığından belli mekanlara gidilirdi. Kızılay şimdi de olduğu gibi önemli bir merkezdi.



Sakarya caddesinde dönerli sandviç yapan bir büfe vardı. Penguen büfe olarak aklımda kalmış. Sandviçin arasına koyduğu sos ve turşusunun tadına bir daha hiç bir yerde rastlamadım.

Ulus, babamın işyerinin de orda olması nedeniyle sık gittiğim bir yerdi. Eğer öğlen vaktine denk gelirse Ulus’ta Akman pastanesi en favori mekanımdı. Sosisli sandviçlerini çok severdim. Diğer büfelerde satılanlardan tadı farklı olurdu. Ayrıca Akman pastanesi’nin bozası çok meşhurdu. Sebze, meyve, et ve balık satılan hal binası vardı. Hal de kahvaltılık malzeme satın aldığımız bir dükkan mevcuttu ve sanıyorum uzun yıllar babam aynı yerden alışverişini yaptı İstanbul’a taşınana kadar.

Bunların yanında şehrin olmazsa olmaz gezi alanları parklardı. Kuğulu park, Botanik parkı, Seğmenler parkı, Ankara’da geçirdiğim toplam onyedi yıl boyunca birçok güzel hatıranın mekanları oldular.

Hayatımda ilk gittiğim sinema ise Bahçelievler deki Arı Sineması’ydı. Daha sonra TRT sinemayı stüdyo haline getirmişti.
İlk tiyatro oyunu ise Necatibey caddesinde ki çocuk tiyatrosundaki bir oyundu.

Tabi şehir ile özdeşleşmiş Anıtkabir’i unutmak olmaz. Benim için Anıtkabir’e gitmek çok önemliydi. Her seferinde yeni bir heyecanla giderdim. İlerleyen yıllarda Anıttepe’ye taşınmamızla Atamızı ziyaret etme sıklığım da artmış oldu. Diğer taraftan Anıtkabir, Ankara’ya kar yağdığında gidilesi en güzel mekanlardan biridir. 360 derece bembeyaz Ankara sizi karşılar Rasattepe de.

Otuz sene geçmiş yukarıda yazdıklarımın üstünden. On iki sene öncede Ankara yerleşik hayatıma son vererek İstanbul şehrine geçiş yapmışım. Koprülerin altından çok sular akmış. Kimi zaman birikmiş kimi zaman taşmış. Ankara ise eski bir dost gibi kalmış dört yüz elli üç kilometre ötede.



2/02/2010

İstanbul da Sabırlı Olmak



İstanbul hakkında yazılan külliyata bakıldığında alışagelmiş bir çok klasik söylem vardır.

Zihinlerde yer edenlerden bazılarını şöyle bir sıralarsak; tarih boyunca farklı medeniyetlerin merkezi olduğu gibi, bir çok farklı kültürü barındırdığı ve harmanladığı gibi, adıgeçen çok kültürlü yapının halen günümüzde süregeldiği gibi tanımlar ile karşılaşırız.

Bu söylemleri çoğaltmakla beraber tamamının da doğru olduğu gerçektir. Altmışlarda ülkemizde sanayinin patlama yapmasıyla taşı toprağı altın kabul edilen bu şehir, her geçen gün karmaşanın, düzensizliğin ve her türlü suçun gelişme ve genişleme merkezi olmaya başlamıştır.

Çalışma hayatının kalbinin İstanbul da atması, teknolojik imkanların da gelişimiyle nitelikli olsun olmasın her seviyede insanın para kazanma fırsat ve olasılığının yüksek olması durumu şehrin bozulmasının nedenlerindendir önde gelenidir.

Yoğun göç alan İstanbul, plansız olarak kendi yerleşim lokallerini yaratmış ve bu lokasyonlara özgü sosyal hayat tarzlarının ortaya çıkmasıyla birlikte şehrin merkezi ve merkezi etrafında yaşayan insanlar arasında büyük farklılaşmalar meydana gelmiştir.

Elli yıl önce yapılması gereken altyapı ve ulaşım faaliyetlerinin doksanlarda yapılma gayreti, bunun sonucu şehrin şantiye alanına dönüşmesi ve beraberinde trafik akışlarında yaşanan kaos, İstanbul’u yaşanmaz bir şehir haline getirmiştir.

Yerel yönetimlerin sevk ve idare usullerinde son onbeş yılda yaşanan değişimler İstanbul’un çehresine olumlu katkılar sağlamakla birlikte her dönem belli bir mentalitenin şehrin idaresine egemen olması, çağdaş yönetim anlayışına sekte vurmakta ve belli anlayışa sahip organizasyonlara avantaj ve fayda sağlamaktadır. Sıraladığım bu durumların varlığı geçmişe olan özlemi her geçen gün daha da artırmaktadır.

Beşeri ve sosyal ilişkilerin izole sosyal yaşam alanlarında sınırlanan hayatlar ile ikame olduğu, toplu tüketimin en şuursuzca yapıldığı alışveriş mabedlerinin mantar gibi çoğaldığı fotokopi hayatlar beraberinde mutsuzluğu, tatminsizliği ve sürekli bir arayışı getirmektedir.

Pimi çekili bombalar, serseri mayınlar gibi yüzlerce insanın patlamaya hazır halde etrafa dolaştıklarını düşünmekteyim. Keza hergün gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkan cinayet, hırsızlık, gasp ve tecavüz haberleri bu düşüncemi desteklemektedir. Çözüm yapısal sorunları temelinden düzenlemekle ilintilidir. Bunun içinde ciddi analiz ve yasal düzenlemeler gerekmektedir.

Kısa vade de sorunların çözümüne imkan olmaması bizlerin sabır yetilerimizi geliştirmemizi gerekli kılmaktadır gibi görünüyor.

Yukarıda çektiğim fotoğraf, dünyanın en güzel kenti İstanbul da en çok kullandığımız aracı hatırlatmak için kullanılmıştır.

1/19/2010

Tarkan Deniz 2009 Yılın Girişimcisi Adayı

Değerli dostlar aşağıda özgeçmişini gördüğünüz kişi sevgili dostum Tarkan Deniz olup kendisi 2009 Yılının Genç Liderleri Yılın Girişimcisi adayıdır.

Sizden ricam aşağıdaki link vasıtasıyla oylamaya katılıp arkadaşıma destek vermenizdir.

http://www.gencliderler.org/vote.html

Teşekkürler.

Tarkan Deniz

*** Girişimci ***

1975 doğumlu, Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunudur.İş hayatında özel sektörde çeşitli görevlerde bulundu.Türkiye Uluslararası Ticareti Tanıtım Konseyi Başkan Danışmanıdır. Türk - Çin Ticaret Odası Başkan Danışmanıdır. Dünya Bankası 2005 Türkiye Yaratıcı Kalkınma Fikirleri Proje Yarışması ödülü sahibidir. Junior Chamber International (JCI) Türkiye tarafından düzenlenen 2007 TOYP(Ten Outstanding Young Persons of Turkey) 'Türkiye'nin On Başarılı Genci' yarışmasında ödül alarak JCI Senato Ödülü Birincisi seçildi. Global tarafından New York şehrinde gerçekleştirilen Dünya İş Forumu 2007 tanıtılmasına Yetkili Temsilci olarak aktif katkılarından dolayı MBH Group Türkiye tarafından teşekküre layık görüldü. 2009 Aralık ayından itibaren, oturma sistemleri alanında Çin'in en büyük, dünyanın ise önde gelen üreticilerinden Zhejiang, Çin merkezli Dafeng Industry Co., LTD.'nin Türkiye Temsilcisidir.

12/30/2009

Ah Güzel İstanbul


22122009315, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Kış güneşinin yüzünü esirgemediği bir aralık günü Kadıköy sahilinden çektim bu fotoğrafı. Fena da olmamış gibi.

Düğün ve Cenaze

Uzun zamandır görmediğiniz insanlar ile karşılaşlaştığınız ve olması gereken kalıp cümleleri karşılıklı sarf ettiğiniz biri mutlu diğeri hüzünlü iki olaydan söz etmek istiyorum. Genelde birbirinden kopuk aile bireylerinin zorla da olsa çoğunluğunun bir araya geldiği, birinde yüzlerin güldüğü diğerinde ise asıldığı iki olaydır düğün ve cenaze. Biri ne kadar başlangıç ve umut ise diğeri de gözyaşı ve sondur. Düğün ve cenazeler aile bireylerini anlıkta olsa bir araya getirir fakat bir arada tutamaz. Aslında bir arada tutmak gibi bir zorunlulukta yoktur. Ailelerin geniş ve kalabalık sayılarda yaşadığı dönemler gerilerde kalmıştır. Zaten özgür iradeye sahip bireyler görüşmek istediği akrabaları ile bir şekilde görüşmeye devam etmektedir. Fakat bizler Türk toplumu olarak akrabalarımıza yüklediğimiz aşırı önemden dolayı sanki her daim tüm akrabalarımız ile dirsek temasında olma zorunluluğunu hissederiz. Öncelikle güveneceğimiz kişilerin aynı kanbağını taşıdığımız insanlar olarak düşünürüz. Ataerkil aile yapılarında bu görüş ağırlıklı olsa da günümüz çekirdek ailelerinde akrabaların yerini aynı sosyal ortamları paylaşmış veya paylaşan biribirlerinden maddi anlamda beklentisi olmayan insanlar almıştır. Akrabalık bağlarını sürdüren insanlar daha çok çocukluk çağlarını aynı çatı altında veya aynı mahalle de sokakta geçirenlerdir. Aslında bu tespit metropol hayatını yaşadığımız büyük şehirler için daha fazla geçerli olup büyük şehirler dışındaki bölgelerde akrabalık ilişkileri daha sıcak ve samimidir. Bütün bu söylediklerim kendi yakın çevreme dair gözlemler olup büyük şehirlerde yaşadığı halde birbirinden kopmayan akrabalık ilişkilerinin sevgi ve saygı ile desteklendiği ailelere ilişkin tespitler değildir. Gittiğim akraba düğünlerinde gördüğüm insanları bir dahaki sefere ya başka bir düğünde veya bir cenazede göreceğimi düşünürüm keza aynı hissi cenazelerde de yaşarım. Diğer taraftan cenazeler, insan hayatının gerçek dinamiklerini ortaya çıkaran olaylardır. Yaşanılan hayatların ne kadar anlamsız olduğu gerçeği o anda insanın yüzüne çarpar. Hayatı anlamlı kılan sevdiklerimiz ile geçirdiğimiz mutlu zamanlardır. Bunun yanında anlamsız çekişmeler ve havada uçan kırıcı sözlerden dolayı onlarla paylaşmayı kaçırdığımız ve atladığımız her an yaşadığımız bu hayatta kaybettiğimiz değerli hazinelerdir.
Nur içinde uyu Ferhan Teyze...

12/26/2009

Galata Kulesi

Çok başarılı bir çalışma.

Galata Kulesi - 3D Sanal Tur



12/25/2009

2009 Senesinden Kalanlar ve 1973lüler ve 2010

İkibinli yılların ilk dokuz senesi geride kaldı.

Geçen yılın bir değerlendirmesini yapmanın tam zamanıdır.

Benim için bütün bir sene Egemen ve Rüzgar’ın üçüncü ve onbeşinci ayları arasındaki gelişmelerine tanık ve müdahil olmakla geçti diyebilirim. Yatay formdan emekleme ve yürümeye uzanan bir süreci tam anlamıyla düşe kalka geçirdik. Ayrıca bu periyot çizikler, kızarıklar, hafif kanamalar ve bol ağlama ve bağırışlarla desteklendi.

Bilimadamı olmadığım için sadece gözleme dayanan tespitim; insanoğlunun en hızlı geliştiği dönem 0-1 yaş arasıdır. Sıfır anlama ve düşünme düzeyinden yemeğini çatal ile ağzına götürebilme düzeyine gelebilmek önemli bir gelişmedir. Bununla birlikte anne-babanın kızdığını bile bile gözlerinin içine bakarak elindeki nesneyi masaya veya televizyonun ekranına hızlı ve seri şekilde vururken bu sırada da kahkaha atmak gelişimin hangi boyutlara ulaştığına güzel bir örnektir. Bu ve benzeri hareketlerin katlanarak artacağı bir yıla girdiğimiz de açık ve nettir. Öncelikle Hale’ye bu sene daha fazla sabır ve enerji temenni ediyorum.

2009 da ülkemizde meydana gelen, aklımda kalan belli başlı olaylara gelince; Ergenekon romanının yazılmaya devam etmesi ve yıl boyunca sayfalarının tek tek gözümüze sokulması, ortaya atılan açılımlar ve devam eden şehit haberleri, ekonomik krizin ulaştığı boyutlar, krizden çıktık mı? yeniden girer miyiz ? teğet mi yoksa delip mi geçti ? gibisinden sorular, domuz gribi ve kurbanları, gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran, yurdum insanlarının korkunç psikolojik durumları sonucunda yaşanan yüzlerce cinayetler, tecavüzler, intiharlar ve iğrenç ilişkilerin haberleri, tv dizilerine olan ilginin ve paralelinde reklam gelirlerinin artmasıyla dizilerin ve oyuncuların medya aracılığıyla daha çok gündemde olması ve günlük hayatın tam ortasına oturması, Başbakanın ‘’ bir dakikalık ‘’ şovu, 21. Yüzyılda düşen helikopterin iki gün boyunca devlet tarafından bulunamaması ve ardından üretilen komplo teorileri, daha önce defalarca kapatılan bir partinin tekrar kapatılıp başka isim altında faaliyetine devam etmesi, Rahşan Ecevit’in yeni parti kurması ve değerli sanatçılar Gazanfer Özcan, Aykut Oray, Cüneyt Gökçer’in aramızdan ayrılmasıdır.

Dünya da ise hafızamda kalan en önemli iki olay Barrack Obama’nın Amerikan başkanlığına seçilmesi ile dans ve müziğin efsane ismi Michael Jackson’nun ani ölümüdür.

Görüldüğü üzere aklımda kalan olayların çoğu tatsız ve oldukça üzücü. Koskoca 365 gün içinde hiç mi olumlu ve pozitif olay yaşanmadı ? Elbette yaşanmıştır ama benim aklımda kalmamış demek ki. Kendi özelimde Egemen ve Rüzgar ile geçirdiğim 365 gün benim için yaşanmış en güzel olaylar bütünüdür. Bu yaklaşım doğrultusunda yaptığım çıkarım, dış etken ve faktörler her ne kadar sıkıcı ve keyifsiz olsa da insanın kendi özel hayatındaki huzuru ve mutluluğu diğer negatiflikleri örtmekte belki de hasır altına atmaktadır.

2010 yılının bana ve benimle aynı sene doğanlara getirdiği ilginç bir sayısal tesadüfü paylaşmak isterim. Şöyle ki; 1973 yılında doğmam itibariyle bu sene 37 yaşına giriyorum. 37 sayısı 73’ün tersi olmakta ayrıca 3+7=10 yani ikibinli yılların onuncu senesi ile aynı sayıdır. Aslında insanlar hayatlarından geçen sayıları toplamak,çıkarmak, çarpmak ve bölmek yoluyla ilginç bir çok sonuca ulaşabilirler diğer taraftan numeroloji denen bir kavram da var ve bu konu ile yüzyıllarca Mısırlılar, Araplar, Yunanlılar, İbraniler uğraşmıştır. Ayrıca aynı mantıkla 1946 doğumlular içinde bu durum söz konusudur. Bir tanecik anneminde 1946 doğumlu olduğunu yazayım ama kendisi duymasın. Yukarıda söz ettiğim bana göre ilginç bu sayısal tesadüfler vesilesiyle 2010 yılının benim için iyi bir yılın geçeceğini düşünüyorum ve buna inanmak istiyorum.

Mutlu yıllar.

11/18/2009

Badalıoğlu Biraderler



13 ay geride kaldı. Benim canım oğullarım artık iyice birbirlerine alışmaya başladılar. Çünkü doğduklarından beri iki farklı dünyadan gelmiş gibi davranıyorlardı.

10/09/2009

Doğa İçin Çal


Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.

Türkiye de bir çok başarılı gerçek müzisyenler var bu proje sayesinde bir kaç tanesi ile tanıştık. Mükemmel bir proje harika bir kolaj.

9/25/2009

Birinci Yaş Günü

Egemen ve Rüzgar’ın hayatımıza dahil olmasının ilk yıldönümüne çok az kaldı. Buraya en son yazdığımdan beri nerdeyse altı ay geçmiş.Bu arada bizimkiler emekleme faaliyetlerine sıralama ve tırmanmayı eklediler. Bizim yardımımızla adım atsalarda kendi başlarına ilk adımlarına çok az kaldı.

Kendi özel lisanlarında konuşuyorlarsa da biz, en çok , anne, mam ve atta'ları anlayabiliyoruz şimdilik.

Rüzgar’ın cep telefonları, tv kumandaları, bilimum elektronik cihazların düğmeleri, dergi ve kitaplara olan ilgisi gün geçtikçe artarak devam ediyor.

Egemen de Rüzgar’ın ilgi alanlarını kısmen paylaşsa da daha çok sehpa üzeri objelere dokunma merakı ve uyarılara kulak asmama eğilimi gün geçtikçe tırmanışta.

İlk yaz tatilimizi gerçekleştirdik. Çeşme, Bodrum ve Enez’i kapsayan turumuz saatler süren ihtiyaç molaları eşliğinde tamamlandı.

Egemen ve Rüzgar kardeşler denizden büyük keyif aldılar. Rüzgar simiti ile kırk yıllık yüzücü gibi takılırken Egemen kucağımızda denize girmeyi tercih etti.Deniz kenarı kumsal faaliyetleri de gayet keyifli dönüş zamanları ağlama ve çığlık doluydu.

Yazın büyük kısmını Karamürsel’de geçiren kardeşler Karamürsel Sahil Sitesi sakinlerinin yoğun ilgisine maruz kaldı. Egemen ve Rüzgar’ın ilk yazları böylece sona erdi. Bundan sonrası onlar için her yeni gün yeni bir keşif yeni bir aktivite bizler içinde onlar ile birlikte olmanın verdiği keyif ve mutluluk.

Nice mutlu yıllara çocuklar.

İyi ki doğdunuz.

5/05/2009

By far away pal


By far away pal, originally uploaded by zackss.

Mükemmel bir enstantane.
Ellerine sağlık Zack...

4/15/2009

Egemen ve Rüzgar'ın Yedinci Ayı


Egemen ve Rüzgar ile ilgili en son yazımı yazdıktan sonra yaklaşık bir ay geçmiş. Artık yedinci ayları içindeler.Tabi bu geçen zaman sürecinde hayatlarında bazı değişiklikler oldu.
Örneğin kahvaltı etmeye başladılar. Hem de mama sandalyelerine oturmak suretiyle. Tam oturamadıkları için doğduklarından beri mamalarını yatarak yiyorlardı. Şimdi oturma pozisyonuna tam anlamıyla olmasa da geçtiler ve yemek faslı artık daha rahat geçiyor. Ama Egemen aynı şekil durmaktan bir süre sonra sıkıldığı için farklı bir boyuta geçme isteğiyle bağırmaya başlıyor zamanla alışmasını ümit ediyoruz. Kahvaltı menümüzde yumurtanın sarısı, beyaz peynir ve pekmez var şimdilik. İlerleyen yıllarda kendilerine sucuklu ve pastırmalı nefis yumurtalar yapacağım. Doktorları , yumurtanın beyazı, bal ve inek sütünü alerjik olma ihtimaline yüzünden vermememizi söyledi. Ayrıca ekmekte çok gerekli değilmiş. Bunun dışında et, tavuk ve balıkta yiyebilecekler. Tabi haşlanmış ve tuzsuz olarak. Mangal yapacağımız günlerin de geleceğini düşünerek bugünleri atlatacağımız inancındayım.
Rüzgar emekleme yolunda epeyce ilerledi. Henüz ayaklarını sırayla atmayı keşfedemese de iki ayağını kolları yardımıyla ileri atabiliyor. Egemen ise iki kolu üzerinde dikilerek poposunu dışarıya doğru çıkarıp dizleri üstünde zıplama evresinde. Rüzgar oyuncak harici gördüğü televizyon kumandası, oyuncak sepeti, cep telefonu, ıslak mendil paketi gibi materyallere uzanıp tadına bakma telaşında, çıngırak gibi diş kaşıyıcısı gibi bebekler için yapılmış ürünler ilgisini fazla çekmiyor. Egemen ise yukarıda saydığım ilgili ilgisiz tüm maddeler onun çekim alanı içinde değil. Daha bohem , marjinal ve umarsız bir hayat yaşamakta.
Artık bu ayın sonları itibariyle daha hareketlenmelerini ve buna paralel olarak bizlerin de daha hareketleneceğini tahmin ediyorum. Bu arada bugüne kadar daha kendi halinde ve sakin olarak düşündüğümüz Rüzgar yavaş yavaş canavarlaşmaya başlıyor. Hadi bakalım hayırlısı...

3/24/2009

29 Mart 2009 Mahalli Seçimleri Üzerine Tahminlerim

Türkiye yeni bir seçim ile karşı karşıya. Pazar günü itibariyle mahalli yöneticilerimizi tekrar belirleyeceğiz.

Kişisel olarak bu seçimler çok fazla ilgimi çekmiyor. Çünkü her seçim dönemi yaşadıklarımız bir kere daha önümüze ısıtılıp servis ediliyor. Her dönem aynı klasik sahneler. Genel başkanların ağız dalaşları, hayalden öteye geçemeyecek vaatler, etrafta uçuşan ilanlar, bol gürültülü seçim konvoyları.

Şüphesiz bu seçimlerin en hatırlanacak isimlerinin başında sakin güç Kemal Kılıçdaroğlu geliyor. İstanbul da ki seçim yarışına bir hareket getirdiği kesin fakat sakin sakin meclisteki odasına dönme ihtimali de çok fazla. İlerleyen dönemlerde Deniz Baykal’ın karşısına çıkabilir mi yoksa denizde boğulanlar arasına mı karışır hep birlikte göreceğiz. Malum seçim heyecanıyla bir takım insanlar bu sefer İstanbul’da değişim yaşanacağına inanıyorlar örnek olarakta Bedrettin Dalan’nın Nurettin Sözen’e en güçlü döneminde başkanlığı kaptırmasını gösteriyorlar ama o dönem ki şartlar ile bu dönemin farklı olduğunu düşünüyorum. Her zaman görülmüştür ki seçim öncesi yapılan anketlerin çoğu hayalkırıklığı ile sonuçlanır.O süreç için anlık heyecan verici ve tarafları gayrete getiricidir.

Seçim maratonu uzun bir yol olup ciddi hazırlık ve alt yapı çalışması gerektiren organize bir harekettir. Seçime bir ay kala yapılan çalışmalar kalıcı bir sonuç getirmez. Keza Kılıçdaroğlu’nun adaylığıda son dönemde iktidar partisine karşı ortaya çıkardığı dosyaların kamuoyunda ses getirmesi ile oldu. Bu dosyalardan önce dar bir çevre dışında Kılıçdaroğlu’nun ismini bile bilmiyordu.

Bu ortamda göz önünde olan iktidar partisinin adayı oldukça şanslı çünkü insanların karşılaştırma yapabileceği kriterleri var. Seçmen kitlesinin belediye faliyetlerinden memnun olması yönetimdeki belediyenin devamı için büyük şans yaratıyor.

Aslında aynı durum diğer şehirler için de geçerli. Fakat bu ezberin bozulması gerekiyor artık özellikle de Ankara’da . İstanbul ile ilgili olarak iktidar partisinin kazanacağı beklentisi içindeyim fakat nedense Ankara için böyle bir beklentim yokl. Artık Ankaralıların Melih Gökçek’ten kurtulacağını düşünüyorum belki de öyle istediğim için altıncı hissim de aynı doğrultuda sinyaller veriyor.

Bu yazım pazar akşamı oylar sayılıp sonuçlar belli olduktan sonra belki hiçbir şey ifade etmeyecek fakat eğer dediklerim çıkarsa ki özellikle Ankara için işte o zaman ben demiştim diyeceğim.

Bakalım sağduyu kazanacak mı ?

3/19/2009

Egemen ve Rüzgar'dan Son Haberler

Cumartesi günü itibariyle Egemen ve Rüzgar’ın hayatına artık yeni tadlar katıldı. Doğdukları günden beri anne sütü ve yine anne sütüne en yakın olduğu idda edilen Milupa firmasının Aptamil isimli hazır mamasını yiyen ufaklıklar cumartesi günü itibariyle meyve suyu, sebze çorbası ve yoğurt ile tanıştılar. Artık ara öğünlerinde sırasıyla annelerinin hazırladığı bu yiyecekleri de yiyorlar. Tabi çok istekli olmadıkları bastıkları yaygaradan belli oluyor. Aslında daha çok Egemen yeniliğe muhalefet etmekte fakat meyva suyu ve taze meyva ile tatlandırılan yoğurda ilgisi de oldukça fazla. Babası gibi tatlı düşkünü olacağının sinyallerini veriyor. Ağzı yeni tadlara alıştıkça sakinleşiyor fakat yağsız tutsuz sebze çorbası vaktinde kıyametler kopuyor. Rüzgar daha mülayim bir kişilik olduğu için kendisi fazla direniş göstermeyerek afiyetle yemeye devam ediyor.
Artık eve geldiğimde beni daha çok tanıyorlamış gibi baktıklarını düşünüyorum. Birbirimiz ile etkileşimimiz arttıkça daha keyifli anların bizi beklediğini biliyorum.

3/17/2009

Bugün Benim Doğum Günüm

17.Mart.1973 senesinde canım annem beni dünyaya getirdiğinde acaba geride bıraktığım 35 yıllık hayatımın nerede ve ne şekilde olacağını aklından hiç geçirmiş miydi acaba ?

Ankara da başlayan yaşam yolculuğumun İstanbul ve tekrar Ankara daha sonra Eskişehir ve tekrar Ankara olmak üzereyken bir daha İstanbul’a çevrileceğini tahmin bile etmemiştir muhtemelen.

Otuz altıncı yaşıma bastığım bugün itibariyle blog sayfama günün anlam ve önemini ifade eden bir yazı yazmasam olmazdı. Bende yazıdım tabi ki ve yazıma da annem ile başladım. Çünkü doğum günü dediğimizde aklımıza ilk gelen doğumu gerçekleştiren kişi olmalıdır diye düşünmekteyim.

Tamamen düz mantıkla doğum gününün sebebi annelerdir. Babalar ise yardımcı oyuncudur ve her zaman onlar da ödülü hak eder.

Baba konusu gelmişken bu seneki doğum günüm hayatımda baba olarak geçirdiğim ilk doğum günü olması nedeniyle benim için çok özel bir anlam ifade ediyor.

Aslında 8.Ekim.2008 tarihi itibariyle geçen her günüm Egemen ve Rüzgar’ın varlığıyla daha bir önem kazandı. Hayatıma kattıkları heyecan ve mutluluğun tarifi gökyüzüne resim yapmak gibi.

Zaman kavramı o kadar değişik ki geçen otuzbeş senemi düşündüğümde bir o kadar uzun ama bir o kadar da kısa geliyor.

Kolej yıllarım olsun üniversite yıllarım olsun çalışmaya başladığım yıllar olsun hepsi sanki çok uzun yıllar önce yaşanmış gibi ama çokta gerilerde değil gibiler.

Kırklara gelmeden otuzlu yaşları en verimli şekilde yaşamak gerekiyor.

Tabi daha dikkatli ve hatalardan ders alarak.

Herkesin resim yapabilmesi dileğiyle...

3/10/2009

Egemen ve Rüzgar Altı Aylık

2009 senesinin üçüncü ayına geldik. İlkokul da öğretildiği üzere ilkbahar mevsimine dahil olan ayların birincisi mart ayı.
Benim için en önemli tarafı ise doğduğum günün bu aya denk gelmesi. Diğer taraftan bu ay itibariyle Egemen ve Rüzgar altıncı aylarına girmiş oluyorlar. Artık iyice hareketlenmeye ve tepki vermeye başladılar.
Gerçi Egemen’i yatay duruma getirdiğimiz her anda bağırarak tepki veriyordu ama artık iki elini destek yaprak yavaş yavaş geriye doğru hareket etmeye başladı. Rüzgar ise yastık gibi benim göbeğim gibi destek alacak bir yer bulduğunda zıp zıp zıplamakta.
Rüzgar’ın doğduğundaki saçları döküldü ve sadece ön tarafında bir tutam saçı kaldı tabi bu arada alttan yeni saçları çıkıyor. Doğduğundan beri çok az saçları bulunan Egemen’nin ise sarı kızıl tonundaki saçları çoğalmaya başladı hatta gürleşti bile diyebiliriz. İkisi de yedi kiloyu geçtiler. Artık onları taşımak ilk zamanlardaki gibi kolay olmuyor. İlerleyen günlerde ise çok daha zorlaşacağı aşikar.
Dünyaya geldiğimiz dönemler bizler için ayrı önem taşır. Ne ilginçtir ki benim doğduğum 1973 senesi Boğaziçi Köprüsü’nün kullanıma açılmasıyla hatırlanırken oğullarımın doğduğu 2008 senesi belki de 1928’den daha ağır bir kriz olan dünyadaki ve Türkiye’de ki ekonomik kriz ile hatırlanacak. Benim için seksenler kendine özel ve özlem duyulan bir dönemdir.
Ama Egemen ve Rüzgar için ikibinonlu yıllar ve devamı çok özlem ile hatırlanacak dönemler olmayacak gibi. Umarım haksız çıkarım. Seksenlerde her ne kadar ülke karmaşa içinde olsa da seksenli yıllarda birbiriyle ilişki içinde olan insanların daha samimi ve içten olduklarını düşünüyorum.
Bunun yanında o dönemlerde günlük hayatımızın teknolojinin yarattığı karmaşadan daha uzak olduğu, henüz kredi kartlarının herkesin cebine girmediği ve alışveriş merkezlerinin inşa edilmediği için sürekli yenilenen ve yinelenen ihtiyaçlarımız yokken daha huzurlu ve mutlu olduğumuzu düşünüyorum.
Milenyum çağı dediğimiz ikibinli yıllardaki gelişmelerden tabi ki gayet memnunum ama öyle bir sarmala itiliyoruz ki insan doğası gereği sürekli isteklerin ve ihtiyaçların sonu gelmediğinden her daim daha gelişmiş ve hayatı daha kolaylaştıran ürünler önümüze sürülüyor, çoğumuz da bu ürünlere doğal olarak sahip olmak istiyor.
Oysa ki seksenlerde sahip olmak istediğimiz en gelişmiş ev aletleri ; bombe ekranlı renkli televizyon ve Beta ve VHS diye iki formatta bulunan videolardı.
Yıllar geçiyor, ihtiyaçlar değişiyor. Değişmeyen tek şey ülkemin makus talihi.

2/24/2009

Cesur Yürek Bülent Korkmaz

Galatasaray’ın yeni teknik direktörü Bülent Korkmaz.


Galatasaray tarihinin rekortmen kaptanı. Nam-ı değer ‘’ Cesur Yürek’’.
O kadar cesur bir yürek ki kendini bile bile aslanların önüne attı.
Şimdiden bir grup insan başarısız olacağına dair balonları uçurmaya başladılar.
Daha önce Ertuğrulları, Rızaları, Oğuzları, Rıdvanları yiyen parçalayan bu güruhun yeni kurbanı ‘’Cesur Yürek’’.
Türk futbolunda yer etmiş bir olgu vardır ki Türk futbolcusunun psikolojisinden en iyi yine Türk Hoca anlar.
Bence de doğru bir düşüncedir. Hatta Fatih Terim’in başarısının kaynağı kendisinin de futbolcu olmasından
dolayı Türk futbolcusunun yapısını çok iyi bilmesi ve yol haritasını buna göre çizmesidir.
Yabancı teknik adamlar her türlü teknik , taktik ve antrenman programlarını dünya standartlarına göre hazırlayıp
bu çerçevede çalıştıklarından dolayı bizim futbolcularımız ile genelde aynı frekansı tuturamazlar.
Bizim futbolcularımızı motive etmek için öncelikle onlar ile aynı dili konuşmak ve aynı tarza sahip olmak gerekir.
Biz Türk milleti olarak aidiyet duyguları en üst düzeyde olan insanlar olduğumuzdan bu durum desteklediğimiz
takımlara da yansır.
Bilent Korkmaz 25 yıllık Galatasaraylıdır ve bu takım için varığını yoğunu ortaya koymuştur.
Teknik direktörlük döneminde de aynı hırs ve azimle çalışacağına inancım sonsuzdur.
Başarılı olup olmayacağını şimdiden kimse bilemez fakat üst üste alınabilecek kötü sonuçlar
yukarıda söz ettiğim güruh tarafından pusuda beklenmekte olup bir an önce üzerine çullanmak
İçin fırsat kollanmaktadır.
Umarım Kaptan bu duruma direnir ve başarılı olur.
Elinde geçen bu çok büyük fırsatı değerlendireceğini düşünmekteyim.
Galatasaray taraftarının kendisine her daim sevgisi mevcuttur.
Perşembe günü de UEFA Kupası’nda takımına tur atlatarak bu taraftara ilk hediyesini vermesini
tüm kalbimle temenni ederim.

‘’ Cesur Yürek ‘’ evine hoşgeldin.




2/18/2009

Egemen ve Rüzgar'lı Günlerde Anılar ve Gazanfer Özcan

Geride bıraktığımız senelerin her daim en kısası olan şubat ayının da yarısını geçtik. Son iki günün bizim için en büyük gelişmesi Egemen ve Rüzgar’ın gece uykularına kendi başlarına yataklarında Hale ve benim fazla müdahalesi olmadan geçiş yapması oldu şüphesiz. Umarım bundan sonrada kendi kendilerine uykuya geçebilirler.
Egemen Rüzgar’a göre zorlanıp biraz daha fazla bağırsada bir süre sonra gelen giden olmayınca mecburen uykuyu geçti. Bakalım bundan sonraki süreci hep beraber göreceğiz.
Kendi başına uyumamak konu başlığı altında aklıma ilk gelenler, ben uyuyuncaya kadar bir süre anneanemin bana eşlik etmesidir.
1979 yılında Ankara’ya taşındığımızda malum ülkenin en karışık dönemleriydi. Daha altı yaşında olmama rağmen güvenli bir ortamda olmadığımızın farkındaydım. İstanbul’daki evimiz karakolun tam karşısında olması itibariyle kendimi daha güvenli hissediyor ve buna karşılık hiç bir bilmediğim bir şehrin bir semtinde evin oturma odasına göre daha arka tarafında kalan odasında tek başına uykuya dalmak bana çok kolay gelmiyordu açıkçası. Tabi hayatımın her döneminde olduğu gibi yine rahmetli anneannem yardımıma koşuyor ve uykuya dalana kadar bana eşlik ediyordu.
Dün akşam bir usta sanatçıyı daha kaybettik . Yeni jenerasyonun Avrupa Yakası dizisinin Tahsin Babası olarak bildiği fakat otuzlu yaşlar ve üstündekilerin Kuruntu Ailesinin reisi Hüsnü Kuruntu olarak tanıdığı Gazanfer Özcan hayatının son döneminde bile çalışarak daha doğrusu devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için çalışması gerektiğinden belkide aşırı yorgunluğun da etkisiyle aramızdan ayrıldı.
Tek kanallı TRT yıllarının aklımızda kalan keyifli dizileriden biriydi Kuruntu Ailesi. Dizinin çoğu kişi tarafından beğenilmesinin sebebi usta tiyatrocuların rol almasıydı diye düşünüyorum.
Aslında bu düşüncem her dönem televizyonlarda yer alan diziler içinde geçerli. Tiyatrooyuncularının yer aldığı diziler her zaman toplum tarafından beğeni ile takip ediliyor.
Örnek geçen sene aramızdan ayrılan Savaş Dinçel’in oynadığı Ekmek Teknesi dizisi, yine uzun yıllar TRT de izlediğimiz Bizimkiler , Ferhunde Hanımlar gibi diziler. Bunun nedeni ise ortaya konan oyunculuğun çok daha inandırıcı ve insanlara sıcak gelmesidir.
Kuruntulu olmak, olmamış ama olabilecek bir durum karşısında önceden evham yapmak, karamsarlığın bir başka tipi, bende biraz böyleyim sanırım işte Hüsnü Kuruntu karakterinde kendimden bir parça bulmam, belkide bu diziyi özellikle de Gazanfer Özcan’ı sevmemdeki etkendi ve ölümü üzerine hissettiğim üzüntü.
Hayatım boyunca hiç yüz yüze gelmediğim , gelsem bile tanımadığım birinin kaybına duyulan üzüntü duygusu nasıl tanımlanır bilmiyorum. Aynı duyguyu Barış Manço ve Kemal Sunal’ın ölümlerinde de hissetmiştim.
Hüsnü Kuruntu’nun heyecan ve panik içinde ordan oraya ağır ağır ve yaylanarak koşması, gözlüğünün üstünden attığı bakışlar, çalmaya uğraştığı kanun, yanlış anlamadan kaynaklanan komik durumlar, kızkardeşi ile atışmaları aklımda kalanlar.
Belkide çocukluğumdan kalan figürlerin yıllar ilerledikçe bir bir azalması hiç tanımadağım birinin ölümüne duyduğum üzüntünün nedenidir.


2/10/2009

Egemen ve Rüzgar Beş Aylık Oldu

08.Ekim.2009 tarihi itibariyle Egemen ve Rüzgar beş aylık oldular. Günler geçtikçe onlar ile birlikte geçirdiğim vakitlerin keyfide artıyor.

Tabi bu her daim gülüyoruz eğleniyoruz anlamında değil çünkü MVAB Egemen’e ilgiyi azaltığınızda ve yatay olarak geçirdiği süreyi artırdığınızda anında bağırmaya başlıyor. Son günlerde ağlamasını kesmek için yeni bir yöntem geliştirdim. Ağlamaya başladığı anda cep telefonumun müzik çalarından bir şarkı seçiyorum ve yanan sönen ışıklar eşliğinde Egemen bir süreliğine susuyor hatta uykusu varsa uyumaya bile başladığı oluyor. Sonuçta daha şimdiden cep telefonu bağımlısı oldu.

Bununla birlikte video kameraya da büyük ilgi duyuyor. Zamane çocukları tanımı bu olsa gerek. Egemen’i kameraya alırken kamerayı yan tarafa çevirince ağlamaya başlıyor kendisine döndürünce susuyor. Çekmeye başlayınca kameraya doğru bakıyor.

Keza Rüzgar da ne zaman çekim yapsam doğruca kameraya bakmaya başlıyor. Şimdiden yüzlerce fotoğrafları ve kamera kayıtları oldu daha dört ayı geride bıraktık zaman ilerledikçe harici disklerde depolayacak alan kalmayacak sanırım. Badalıoğlu ailesinin gündeminden Türkiye gündemi ile ilgili bir kaç söz edecek olursam en taze gelişme Maliye Bakanımız nam-ı değer Kemal Abi tedavi olmak için bugün ailesi ile birlikte Amerika Birleşik Devletlerine uçtu. Türkiye de ki tedavi yöntemlerini ve doktorları yetersiz buluş olmalı ki kendini Amerikalı doktorların ellerine teslim etti diye düşünürken orda da kendini bir Türk doktora emanet ediyormuş. Bu durumda niye gidiyor oralara?

Trakya’nın bağrından kopan Eskişehir milletvekilimiz renkli devlet adamımız Kemal Unakıtan’a acil şifalar diliyorum.

Bir iki gündür bir kısım medya, hükümet üyelerinin çocuklarının yaptıkları işler ile yakından ilgilenmeye başladı. Tabi ilginin yöneltilmesinde en önemli faktör CHP İstanbul Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı iddalardı. Önlerine gelen gol pasını kaleye yuvarlamak için pusuda bekleyenler doğal olarak golü atmak için hamleleri yaptılar . Bir taraftan da seçim anketleri manşetlere çıkmaya başladı. Şimdiden AKP’nin önde olduğu izlenimleri akıllara kazınmaya başladı.Bu arada Belediye Başkanımız Kadir Topbaş’ın zamanında çevirdiği filmi de unutmamak lazım.

Aslan yürekli kahraman başbakanımızın Davos Seferi sonrasında halı altına süpürülen ekonomik kriz haberleri sonrasında yerel seçimlerin yaklaşması gündemi bir kez daha değiştirecek.

Bunların yanında birde ikinci Recep İvedik fırtınası başlıyor. İnsanlar sevgililer gününde Recep İvedik2 filmine gitmeliler mi tartışmaları yapılıyor.

Recep İvedik sinema filmi midir yoksa sadece kayıt mıdır ? Recep İvedik filmine gidip gülenler sığ düşünceli, kültürel alt yapısı zayıf insanlar mıdır ve benzeri kalıp sorular, çeşitlermeler daha çok yazılıp çizilecek anlaşılan.

Sonuçta ortada net bir gerçek var ki bu filmin birincisini dört milyondan fazla kişi seyretmiş, televizyonda yayınlandığı gün izlenme oranları diğer programları epey geride bırakmış. Bence buradaki yöneltilecek klasik soru sanat sanat için mi yoksa sanat insan için mi yapılmalıdır?

Ben Recep İvedik filmini sinemada izlemedim daha sonra evde izledim. Seyrederken keyif aldım ve güldüm. Zaten film ile ilgili Çağan Irmak filmlerinde olduğu gibi bir beklentim de yoktu. Bir ton stresin altında yaşadığımız metropol hayatında AROG gibi bu tarz filmler sayesinde bir kaç saatliğine gülüp kahkaha atabiliyorsak fazlada beklentiye girmemek gerekir düşüncesindeyim.

Recep İvedik2 için sinemaya gider miyim bilmiyorum ama yazılı ve görsel medyada konu o kadar çok gözümüze sokuluyor ki açıkçası ister istemez filmi merak ediyorum.

Son maddem futbol. Sanki bu sene Anadolu’dan bir şampiyon çıkaralım sevdasıyla birileri bir takım gayretler içerisinde gibi geliyor.

Belkide başarısızlığa kılıf arıyorum. Fakat son yapılan hakem hatalarını gördükçe aklıma başka bir düşüncede gelmiyor açıkçası.

Herşeye rağmen 2008-2009 senesi uzun yıllar unutulmayacak bir sezon olacak umarım Galatasaray’ın şampiyonluğu ile son bulur.