2/03/2010

Dört Yüz Elli Üç Kilometre Ötesi




Hayatımın ikinci Ankara dönemi 1979 yılında başlamıştı. Türkiye’de karmaşa ve kaosun yanısıra anarşi ve terörün kol gezdiği veya gezdirildiği yıllara denk gelmişti.

Fakat ben o dönemi değilde o yıllarda Ankara’dan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum.

Öncelikle İstanbul-Ankara arası yaptığımız yolculuklarımızla başlayalım.

Seksenlerde ulaşım için kullanılan en temel iki araç otobüs ve trendi. THY yolları dışında başka havayolu şirketleri olmadığından rekabet ve promosyon bilet gibi olgular yoktu.

Bundan dolayı uçak ile yolculuk etmek şimdiki gibi uygun fiyatlarda olmadığı için uçak , herkesin yapabildiği bir yolculuk şekli değildi. Bununla birlikte özel araç sahipliği de çok fazla değildi. Genelde ticaret ile uğraşan serbest meslek erbabı tanımına uyan kişilerin ağırlıklı olarak arabaları vardı. Ayrıca emekli ikramiyesi sayesinde eline toplu para geçenler ile babadan dededen kalma birikimleri olanların araba alma şansları vardı. Taksitli araç kredileri ve özel kampanyalı satışlar olmadığı için keza belli miktarda dolar bile bulundurmanın suç olduğu yıllarda her isteyen kolayca araç sahibi olamazdı.

Aile olarak otobüs yolculuklarını tercih ederdik. İki tane herkesin çok iyi bildiği ve güvendiği otobüs firması vardı. Seçimimizi özel tanışıklıklardan ötürü daha sonra Türkiye futbol tarihinde bir şekilde iz bırakacak kişinin de üyesi olduğu ailenin otobüs firmasından yana kullanıyorduk. Artık kaderin bir cilvesi mi dersiniz yoksa zorunluluklar mı yıllar sonra bende o grubun bir firmasında mecburiyetten bir süre çalışmak durumunda kalacaktım.

Seksenlerde İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları normal hava şartlarında yaklaşık yedi saat sürerdi.
Bülent Ortaçgil ‘’ yarım gün uzakta Ankara ‘’ diyordu o yıllarda yazdığı bir şarkısında.

Bir keresinde Eskişehir taraflarından Ankara’ya gitmiştik. Şimdi düşündüğümde neden öyle bir rota izlendiğine hiç anlam veremiyorum. Bolu dağını aşmak yolculuğun en stresli kısmıydı. En keyifli anı ise, Bolu Çizmeci Tesisleri’nde verilen yemek molası, tesisin çocuk parkında geçirilen zaman ve nefis el yapımı ayrandı.

Altı-yedi yaşlarında bir çocuk olarak hayatım ev ve okul arasında geçiyordu. Tabi haftasonları Ankara da, çok fazla seçenekte olmadığından belli mekanlara gidilirdi. Kızılay şimdi de olduğu gibi önemli bir merkezdi.



Sakarya caddesinde dönerli sandviç yapan bir büfe vardı. Penguen büfe olarak aklımda kalmış. Sandviçin arasına koyduğu sos ve turşusunun tadına bir daha hiç bir yerde rastlamadım.

Ulus, babamın işyerinin de orda olması nedeniyle sık gittiğim bir yerdi. Eğer öğlen vaktine denk gelirse Ulus’ta Akman pastanesi en favori mekanımdı. Sosisli sandviçlerini çok severdim. Diğer büfelerde satılanlardan tadı farklı olurdu. Ayrıca Akman pastanesi’nin bozası çok meşhurdu. Sebze, meyve, et ve balık satılan hal binası vardı. Hal de kahvaltılık malzeme satın aldığımız bir dükkan mevcuttu ve sanıyorum uzun yıllar babam aynı yerden alışverişini yaptı İstanbul’a taşınana kadar.

Bunların yanında şehrin olmazsa olmaz gezi alanları parklardı. Kuğulu park, Botanik parkı, Seğmenler parkı, Ankara’da geçirdiğim toplam onyedi yıl boyunca birçok güzel hatıranın mekanları oldular.

Hayatımda ilk gittiğim sinema ise Bahçelievler deki Arı Sineması’ydı. Daha sonra TRT sinemayı stüdyo haline getirmişti.
İlk tiyatro oyunu ise Necatibey caddesinde ki çocuk tiyatrosundaki bir oyundu.

Tabi şehir ile özdeşleşmiş Anıtkabir’i unutmak olmaz. Benim için Anıtkabir’e gitmek çok önemliydi. Her seferinde yeni bir heyecanla giderdim. İlerleyen yıllarda Anıttepe’ye taşınmamızla Atamızı ziyaret etme sıklığım da artmış oldu. Diğer taraftan Anıtkabir, Ankara’ya kar yağdığında gidilesi en güzel mekanlardan biridir. 360 derece bembeyaz Ankara sizi karşılar Rasattepe de.

Otuz sene geçmiş yukarıda yazdıklarımın üstünden. On iki sene öncede Ankara yerleşik hayatıma son vererek İstanbul şehrine geçiş yapmışım. Koprülerin altından çok sular akmış. Kimi zaman birikmiş kimi zaman taşmış. Ankara ise eski bir dost gibi kalmış dört yüz elli üç kilometre ötede.