11/20/2010

İstanbul'da kar ve kış

Çok yakında güneşli ve ılık havalar bitecek ve yerini yağmur, çamur ve kar alacak.
Ne kötü...

11/19/2010

İznik Gölü


iznik gölü, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

KB


KB, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

İstanbul


İstanbul, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Çengelköy'den köprüye bakış.

Enez


Enez, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Yaz sonu sahil bomboş...

8/26/2010

2010 Yazı, Egemen ile Rüzgar ve Referandum Üzerine....

En son yazı üzerinden yaklaşık altı ay geçti. Bu altı aylık dönem içerisinde bıkmadan usanmadan bu siteyi hemen hergün takip eden Bursa da ki takipçime çok teşekkür ederim. Kendisinin kim olduğunu gerçekten merak etmekteyim. Benimle bağlantıya geçerse çok memnun olurum. Profil bilgilerimden e-posta adresime ulaşabilir.

Geride kalan altı ay içerisinde hayatım doğal olarak sevgili oğullarım ile dolu olarak geçti. Bu doluluk temmuz ayı ile birlikte çocukların yazlığa gitmesiyle yerini, haftaiçi günlerde özleme, haftasonların da ise birlikte olmanın mutluluğuna bıraktı. Babalar genellikle çocuklarını haftaiçi zamanlarda akşam vakti onlar uyumadan önce bir kaç saat görürler. Ancak haftasonları ve izin günlerinde tam anlamıyla birlikte vakit geçirme şansı olur. Bende bu şansı en güzel şekilde temmuz ayının son haftası ve ağustos ayının ilk haftası değerlendirdim.
Sırasıyla Assos Kadırga Koyu'nda Albena Otel'e, Ayvalık Cunda Adacamping'e ve Enez deki yazlığımıza gittik. Albena Otel çocuklar için uygun bir tatil mekanı fakat sahilin küçük taşlardan oluşması yüzünden çocuklar daha çok havuz keyfi yaptılar. Cunda'nın tabiat olarak en güzel köşelerinden birinde kurulan Ada Camping'te de çok daha küçük ama taşlı bir kumsal olsa da çocuklar deniz ve kum ile vakit geçirebildiler. Ada Camping'e gitmeyi planlayanlara tavsiyem yanlarında mutlaka kredi kartı bulundurmaları çünkü ödemeler nakit olarak kabul ediliyor ayrıca ekstra harcama yapmadan önce tesisin fiyatlarını iyi kontrol etmeleridir.

Egemen ve Rüzgar'ın ikinci yaşlarına gelmelerine nerdeyse bir aylık bir süre kaldı. Geçtiğimiz bir sene içinde önemli boyutta gelişim sağladılar. Artık istediklerini ve istemediklerini çok net olarak ifade edebiliyorlar.Hatta kelime haznelerinde ''hayır'' çok fazla kullanıyorlar. Rüzgar konuşmayı sökme hususunda Egemen'nin önünde gidiyor.Fakat Egemen dişlerini Rüzgar'dan önce tamamladı. Rüzgar emzik bağımlılığından kurtuldu nihayet. Hergün yeni bir keşif peşindeler.

Egemen top peşinde koşmaktan, Rüzgar ise gitarı ile dans ederek şarkı söylemekten çok keyif alıyor. Onları bu şekilde görünce aklıma yetmişlerin yeşilçam filmi ''Uyanık Kardeşler'' geliyor. Filmin başrol oyuncuları Kadir İnanır, Müjdat Gezen ve Hulusi Kentmen. Hulusi Kentmen fabrikatördür ve oğullarının da mühendis olup fabrikasında görev yapmasını istemektedir. Ama bir tanesi futbol oynar diğeri de müzik ile uğraşmaktadır tabi babalarından gizli olarak. Bakalım ben neler göreceğim ilerleyen yıllarda.

Bu yazın benim için yıllık iznimden önceki en büyük aktivitesi iki günümü geçirdiğim Sonisphere Festivali'ydi. Seksenli yıllarda heavy metal severlerin ancak rüyasında bir arada görebileceği Metallica, Megadeath, Slayer ve Anthrax festivalin son  günü sahne alırken bir önceki gün de Manowar ve Accept İstanbul'da boy gösterdi. Lise yıllarımda bu grupları görmenin hayal boyutunu otuzlu yaşlarımın ikinci yarısında gerçeğe dönüşmesine şahit olmak harikaydı.

Bir kaç kelime de referandum üzerine söylemeden olmaz. en son hatırladığım referandumdan aklımda kalan ''No'' yazılı tşörtlerdir. Sonuç ise Baba ve dönemdaşlarının siyasete geri dönüşüdür. Belki de bu referandum sonucunda AKP'nin iktidara gelmesinin temelleri atılmıştı. Bugünkü referandum sonucunda ise çok fazla değişiklik olacağına inanmıyorum. Zaten birbirinden alakasız maddelerin aynı sepet içinde değerlendirilmesinin çok anlamlı olduğunu da düşünmüyorum. Diğer taraftan oylanacak Anayasa değişikliği paketinin içeriği hakkında halkın ne kadarının bilgi sahibi olarak oy vereceği bu doğrultuda çıkacak sonucun ne kadar sağlıklı ve gerçeği yansıtacağı oldukça belirsizdir. Halk desteklediği liderlerinin yönlendirmesine göre evet veya hayır diyeceklerdir. Çoğunluk olan iktidar partisinin geçtiğimiz iki seçimdeki oy oranına baktığımızda 12 Eylül'de ki referandumun sonucunu  tahmin etmek hiçte zor değildir. Bence asıl sorun ülkenin hızla kamplaşmaya doğru itildiğidir. Bunun örneklerini görmek için güncel basılı ve görsel medyayı takip etmek ve dışarıya çıkıp etrafa bakınmak yeterlidir. Herşeye rağmen yine de memleketimize HAYIRlı olsun. 




3/09/2010

Deprem ve Makus Talih

Türkiye de gündem bir kere daha Elazığ’dan gelen deprem haberiyle değişti. Dünyanın başka bölgelerinde aynı şiddetteki depremlerde can kaybı yaşanmazken ülkemizde 51 vatandaşımız hayatını kaybetti. Deprem sonrası Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Deprem Danışma Kurulu üyesi Prof. Dr. Mithat Fırat Özer’in, Elazığ'daki depreme ilişkin olarak, ''Burası zaten deprem beklediğimiz bir bölgeydi. Son bir yıllık depremler ve özellikle son bir ay içinde küçük bir deprem aktivitesi ortaya çıkmaya, dikkat çekmeye başlamıştı zaten'' şeklinde yaptığı açıklamanın ise hangi sebeple yapıldığını anlayamadım. Madem bölgede deprem beklentisi vardı neden önlem alınmadı ?

Bir defa daha görüldü ki deprem değil bina öldürüyor. Hayat şartlarının zorluğu nedeniyle kerpiç evlerde oturmak zorunda kalan vatandaşlarımız bir kere daha kaderin tokadını yemiş oldular. Aynı bölgede 1983 yılında meydana gelen 6.9 büyüklüğünde ki depremde de kerpiç evlerin yıkılması sonucu 1155 kişi ölmüş, 1142 kişi yaralanmıştı. 27 yılda değişiklik olmadı, yine kerpiç evlerde vatandaşlarımız hayatlarını kaybetti. Telefonların ceplere girdiği, görüntülü konuşmaların yapıldığı bir çağda, Türkiye de insanların fakirlik yüzünden oturmak zorunda oldukları kerpiç evlerin yıkılması sonucu ölmesi çok acı ve kabul edilebilir değil. Görülüyor ki Türkiye’nin batısı gelişiyor ama doğusunda yaşam şartlarında değişen bir durum yok.
Her ne kadar batının doğuya göre geliştiğini kabul etsekte olası bir İstanbul depreminde yaşanacak felaketin boyutu yetkililerin söylediği gibi 30.000’den çok daha fazla olacağını düşünüyorum. Gebze ve Çatalca arasındaki bölgede Türkiye nüfusunun önemli miktarının yaşadığını ve doğudan batıya göçenlerin doğudaki yaşam koşullarını batıda devam ettirme zorunluluğu ile çarpık kentleşme ve sonucunda da denetimsiz yapılaşmayı gözününe aldığımızda uzmanların önümüzdeki 50 sene içinde olmasını bekledikleri muhtemel depremde yaşanacak can kayıplarının ağırlığı gelir seviyesi düşük halkın yaşadığı bölgelerde olması büyük ihtimalle olasıdır.

Ne yazık ki bu ülkede depremin nedenini Allah’ın gazabına bağlayan zihniyet var olduğu sürece makus talihimize dur diyecekleri bekler dururuz.




3/02/2010

Mart Gündemi

Bahara adım attığımız bu günlerde ülke gündemi de bahar havası gibi baş döndürüyor.
Siyaset, magazin ve futbol ağırlıklı gündem konuları bir bir havada uçuşurken hepimizin gözü kulağı son dakika haberlerinde. İşlerimizi hep son dakika da halletmeyi seven biz Türkler için son dakika haberlerinin anlamı büyük.

Bizim evde ise gündem Egemen ve Rüzgar’ın yaramazlıklarıyla şekillenmekte.
Yaklaşık altı ay önce tam anlamıyla yürümeye başlayan kardeşler yüzünden oturma odamınızın yerleşim düzeni sürekli değişiklikler gösteriyor. Çünkü televizyona tırmanmak, dekoderin kartını ve kablolarını çıkarmak, elektrik prizlerine parmak sokmak gibi meraklarını önlemenin tek yöntemi odanın çeşitli yerlerine zigonlar, sandalyeler ve koltuklar ile kurduğumuz barikatlar sonucu ortaya çıkan yeni trend ev dekor çeşitlemeleri.

Aslında çocuklu ailelerde en iyi çözüm eşyasız, sadece halı ve minder olan evler diye düşünmekteyim.
Bu durumda tırmanma kabileti olan çocuklar istedikleri durumda duvarlara bile tırmanabilirler.

Yargı mensupları ile ısınan gündem, arkasından ordu mensuplarının gözaltıları ile alevlenirken uyuşturucu operasyonu ve Tarkan’nın sorgulanması ile ateş topu halini aldı. Bunların yanına Fenerbahçe’nin başaşağı gidişatı da eklenince muhtemelen yazılı ve görsel medya mensupları mesai üzerine mesai yapmaya başladılar.

Her gün televizyonlar birbilenler, bilirkişiler ve konunun uzmanları ile dolup taşıyor. Saatlerce konuşuluyor, sayfalarca yazılar yazılıyor ama ülkenin kaçta kaçı bu insanları dinliyor ve okuyor çok merak ediyorum açıkçası.

Medyanın gündemi ile sokağın gündeminin çok farklı olduğu kanısındayım. Bazı gündemler bir takım medya tarafından halkın gözüne sokulurken bir kısım medyanın ise hiç umurunda olmuyor.
Ulusal olarak nitelendiren kanalların yayın akışları ile uydudan yayın yapan yerel kanalların yayın akışlarları incelenirse bu kapsamda belirttiğim gündemin farklılığını daha net ortaya çıkacaktır.

Tek ortak gündem maddesi ise kuşkusuz futbol. Her Türk vatandaşının bu konuda söyleyeceği mutlaka bir iki cümlesi bulunmaktadır. Bende futbol konuşmaktan ve yazmaktan büyük keyif alıyor olsam da futbola bulaşmamış olmayı tercih ederdim doğrusu. Artık geri dönüş yok ve futbol virüsü yaklaşık otuz senedir kanımda dolaşmakta. Sorumlusu da babamdır. Sanırım ilerleyen yıllar da da Egemen ve Rüzgar’ın sorumlusu ben olacağım. Bayrak yarışı gibi bir durum .

Futbol demişken futbol gündeminin beni ilgilendiren kısmında neler var?

Normal olarak öncelikle Galatasaray tabi ki.

Uzun bir aradan sonra geçen perşembe günü (25.02.2010) Galatasaray’ın Atletico Madrid ile oynadığı UEFA kupası maçına gittim. Çünkü bu sezonun en önemli karşılaşmasıydı. Biletler satışa çıkar çıkmaz bitmiş, karaborsa da en az iki katı fiyatına satılmaktaydı. Maçtan aklımda kalanlar ise; daracık bir kapıdan ezile büzüle polis kontrolüne erişebilmemiz, sonra rahatça içeri girmek ve maç başlamasına yarım saat kaldığı için merdivenlerde ayakta durmak zorunluluğu.

Çıkış ise çok kolaydı; malum son dakika golünden hemen sonra stad boşalmadan çıkış kapısının yolunu tutarak kalabalığı geride bıraktım.

Maç başlamadan eski açık tribünün yaptığı gösteri gerçekten çok başarılıydı. Futbolcular sırayla tribünlere çağrılırken en son olarak kıdem itibariyle takımın en genci Emre Çolak yumruk şova davet edildi. Ayrıca Emre, Sabri abisinin klasik hareketi olan üçlü çektirme hareketinide seyircinin tezahüratı sonucu tribünlere yaptırdı. Sanırım bu hareket Sabri’den sonra Emre’ye geçecek, bundan dolayı ön bir deneme çalışması yaptılar.

Her maçta olduğu gibi maçı seyretmeden sırtını sahaya dönüp insanları tezahürat yapmaya yönlendiren hatta bunu görev edinen kişiler vardı. Şunu anladım ki artık benim maçlara gidip güruh ile birlikte bağırma, zıplama dönemim geçmiş. Maçı ve saha da olup bitenleri sakince seyretmek çok daha keyifli. Çok fazla da bağırmadım zaten. Sanırım takımını az destekleyen taraftar hanesine kayıt edilmişimdir. Maçın havasını, ortamını yaşamak, yapılan hareketlere tanık olmak gerçekten yaşanması güzel duygular ama evde sakin, huzurlu ve konforlu maç seyretmek, pozisyonları ve golleri tekrarlarıyla seyretmek daha cazip kırklı yaşların arifesinde. Tabi tarihi olarak nitelendirilecek maçlarda stadın havasını solumak ayrı bir durum, aslında bu maça gitme sebebimde tarihi bir maç olacağına inancımdı fakat olmadı.

Klüpler seviyesinde Avrupa kupalarında ki maceramızda Fenerbahçe ile birlikte başka bahara kaldı.
Milli takımlar seviyesindeki maceramız ise çoktan gelip geçmişti. Neyse ki Atletico Madrid maçı sonrası ligde ki ilk maçımızın, açık futbolu benimseyen Yılmaz Vural’ın Kasımpaşa’sı ile oynanması, dört gollü galibiyet ve takımın lig başlangıcında oynadığına benzer ofansif futbolu, Eskişehir maçına kadar yüreklere su serpti.

Diğer taraftan üst üste yedinci maçını da kazanamayan Fenerbahçe de kazanlar kaynamaya, Her Daum’un suyu ısınmaya başladı. İçerisinde Rıdvan Dilmen’nin de bulunduğu bir grup yorumcu ve köşe yazarı şimdiden şampiyonluğun gittiğine dair kehanetlere başladı bile. Geçtiğimiz sezonlar da dokuz-on puan geriden gelerek şampiyonluk yaşayan takımları hatırlarsak şimdiden kopartılan bu fırtınanın ne kadar yersiz ve sadece gündemi meşgul ederek bir grubun taraftarlarına yönelik gazete satmak ve tv seyrettirmek amaclı hareketler olduğunu düşünmek anlamsız olmaz.

Bu düzmece gündemler sırayla Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor için oluşturularak lig sonuna kadar servis edilecektir. Bu arada geçen sene yere göğe sığdırılamayan Sivasspor’a olan basının şimdiki ilgisinin ne derece olduğunu da hatırlatmak isterim. Geçen sezonun ilk yarısı kimsenin dikkate almadığı Beşiktaş sezonu iki kupayla kapatmıştı. Bu senede aynı şekilde Fenerbahçe iki kupayı da alırsa bu kadar olumsuz konuşan yazar, yorumcu tayfası neler söyleyecek gerçekten merak ediyorum.
Umarım bu öngörüm gerçekleşmez ve yorumcular haklı çıkar. Bende boş yere merak ederim.

Türkiye daha önce hiç tanık olmadığı olaylar tünelinden geçiyor. Belki bir on yıl önce gerçekleşmesi imkansız gibi görünen olaylar normalleşme adı altında yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Bir tür hesaplaşmanın sonucu gibi algılanan ve kamuoyunun tanıdığı bir çok isme hayatlarının en zor günlerini yaşatan, korku ve gerilim filmi olarak başlayan olaylar her geçen gün başka bir dram olarak gündemde ki yerini bir sonrakine bırakıyor. Filmin sonu kaygı ve endişe ile bekleniyor. Nedense gözümün önüne Red Kit’in çizgi filmlerindeki omzunda akbabası ile ellerini kavuşturmuş bekleyen cenaze levazımatçısı geliyor.

Ayrıca yine Galatasaray maçıyla aynı tarihte aramızdan ayrılan İhsan Doğramacı’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Bulutsuzluk Özlemi’nin YÖK’ün Yıldönümü şarkısını da seksenli yılların üniversitelilerine ithaf ediyorum.


Yök'ün Yıldönümü


Uzun, yorucu, felaket, parasız

Bitmez tükenmez, günler geceler

Binlerce test çözüp, sınavlardan geçtin

Ö.S.S. ve Ö.Y.S. bir sürü bilmece


Belki en yakın arkadaşınla

Yarıştırıldın ve sen kazandın

Önünde hep söylenen sonsuz ufuklar

Geçmişte kalmıştı bütün zorluklar


Oysa senden beklenmezdi senden istenmezdi

Tuhaf şeyler düşünmek tuhaf şeylere takmak

Yeni bir dönemdeydin sen üniversitedeydin


İndi kalktı coplar, kollar yoruldu

Kızlar tekmelendi, yerlerde süründü

YÖK’ün yıldönümüydü.


Yerlere uzattılar, yaka paça tuttular

Otobüse doldurup, merkeze kapattılar


YÖK'ün yıldönümüydü

Altı Kasım Doksanaltı Bu hep aklımda kaldı

Ye nokta Ö nokta Ke Yani YÖK

YÖK'ün yıldönümüydü

2/03/2010

Dört Yüz Elli Üç Kilometre Ötesi




Hayatımın ikinci Ankara dönemi 1979 yılında başlamıştı. Türkiye’de karmaşa ve kaosun yanısıra anarşi ve terörün kol gezdiği veya gezdirildiği yıllara denk gelmişti.

Fakat ben o dönemi değilde o yıllarda Ankara’dan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum.

Öncelikle İstanbul-Ankara arası yaptığımız yolculuklarımızla başlayalım.

Seksenlerde ulaşım için kullanılan en temel iki araç otobüs ve trendi. THY yolları dışında başka havayolu şirketleri olmadığından rekabet ve promosyon bilet gibi olgular yoktu.

Bundan dolayı uçak ile yolculuk etmek şimdiki gibi uygun fiyatlarda olmadığı için uçak , herkesin yapabildiği bir yolculuk şekli değildi. Bununla birlikte özel araç sahipliği de çok fazla değildi. Genelde ticaret ile uğraşan serbest meslek erbabı tanımına uyan kişilerin ağırlıklı olarak arabaları vardı. Ayrıca emekli ikramiyesi sayesinde eline toplu para geçenler ile babadan dededen kalma birikimleri olanların araba alma şansları vardı. Taksitli araç kredileri ve özel kampanyalı satışlar olmadığı için keza belli miktarda dolar bile bulundurmanın suç olduğu yıllarda her isteyen kolayca araç sahibi olamazdı.

Aile olarak otobüs yolculuklarını tercih ederdik. İki tane herkesin çok iyi bildiği ve güvendiği otobüs firması vardı. Seçimimizi özel tanışıklıklardan ötürü daha sonra Türkiye futbol tarihinde bir şekilde iz bırakacak kişinin de üyesi olduğu ailenin otobüs firmasından yana kullanıyorduk. Artık kaderin bir cilvesi mi dersiniz yoksa zorunluluklar mı yıllar sonra bende o grubun bir firmasında mecburiyetten bir süre çalışmak durumunda kalacaktım.

Seksenlerde İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları normal hava şartlarında yaklaşık yedi saat sürerdi.
Bülent Ortaçgil ‘’ yarım gün uzakta Ankara ‘’ diyordu o yıllarda yazdığı bir şarkısında.

Bir keresinde Eskişehir taraflarından Ankara’ya gitmiştik. Şimdi düşündüğümde neden öyle bir rota izlendiğine hiç anlam veremiyorum. Bolu dağını aşmak yolculuğun en stresli kısmıydı. En keyifli anı ise, Bolu Çizmeci Tesisleri’nde verilen yemek molası, tesisin çocuk parkında geçirilen zaman ve nefis el yapımı ayrandı.

Altı-yedi yaşlarında bir çocuk olarak hayatım ev ve okul arasında geçiyordu. Tabi haftasonları Ankara da, çok fazla seçenekte olmadığından belli mekanlara gidilirdi. Kızılay şimdi de olduğu gibi önemli bir merkezdi.



Sakarya caddesinde dönerli sandviç yapan bir büfe vardı. Penguen büfe olarak aklımda kalmış. Sandviçin arasına koyduğu sos ve turşusunun tadına bir daha hiç bir yerde rastlamadım.

Ulus, babamın işyerinin de orda olması nedeniyle sık gittiğim bir yerdi. Eğer öğlen vaktine denk gelirse Ulus’ta Akman pastanesi en favori mekanımdı. Sosisli sandviçlerini çok severdim. Diğer büfelerde satılanlardan tadı farklı olurdu. Ayrıca Akman pastanesi’nin bozası çok meşhurdu. Sebze, meyve, et ve balık satılan hal binası vardı. Hal de kahvaltılık malzeme satın aldığımız bir dükkan mevcuttu ve sanıyorum uzun yıllar babam aynı yerden alışverişini yaptı İstanbul’a taşınana kadar.

Bunların yanında şehrin olmazsa olmaz gezi alanları parklardı. Kuğulu park, Botanik parkı, Seğmenler parkı, Ankara’da geçirdiğim toplam onyedi yıl boyunca birçok güzel hatıranın mekanları oldular.

Hayatımda ilk gittiğim sinema ise Bahçelievler deki Arı Sineması’ydı. Daha sonra TRT sinemayı stüdyo haline getirmişti.
İlk tiyatro oyunu ise Necatibey caddesinde ki çocuk tiyatrosundaki bir oyundu.

Tabi şehir ile özdeşleşmiş Anıtkabir’i unutmak olmaz. Benim için Anıtkabir’e gitmek çok önemliydi. Her seferinde yeni bir heyecanla giderdim. İlerleyen yıllarda Anıttepe’ye taşınmamızla Atamızı ziyaret etme sıklığım da artmış oldu. Diğer taraftan Anıtkabir, Ankara’ya kar yağdığında gidilesi en güzel mekanlardan biridir. 360 derece bembeyaz Ankara sizi karşılar Rasattepe de.

Otuz sene geçmiş yukarıda yazdıklarımın üstünden. On iki sene öncede Ankara yerleşik hayatıma son vererek İstanbul şehrine geçiş yapmışım. Koprülerin altından çok sular akmış. Kimi zaman birikmiş kimi zaman taşmış. Ankara ise eski bir dost gibi kalmış dört yüz elli üç kilometre ötede.



2/02/2010

İstanbul da Sabırlı Olmak



İstanbul hakkında yazılan külliyata bakıldığında alışagelmiş bir çok klasik söylem vardır.

Zihinlerde yer edenlerden bazılarını şöyle bir sıralarsak; tarih boyunca farklı medeniyetlerin merkezi olduğu gibi, bir çok farklı kültürü barındırdığı ve harmanladığı gibi, adıgeçen çok kültürlü yapının halen günümüzde süregeldiği gibi tanımlar ile karşılaşırız.

Bu söylemleri çoğaltmakla beraber tamamının da doğru olduğu gerçektir. Altmışlarda ülkemizde sanayinin patlama yapmasıyla taşı toprağı altın kabul edilen bu şehir, her geçen gün karmaşanın, düzensizliğin ve her türlü suçun gelişme ve genişleme merkezi olmaya başlamıştır.

Çalışma hayatının kalbinin İstanbul da atması, teknolojik imkanların da gelişimiyle nitelikli olsun olmasın her seviyede insanın para kazanma fırsat ve olasılığının yüksek olması durumu şehrin bozulmasının nedenlerindendir önde gelenidir.

Yoğun göç alan İstanbul, plansız olarak kendi yerleşim lokallerini yaratmış ve bu lokasyonlara özgü sosyal hayat tarzlarının ortaya çıkmasıyla birlikte şehrin merkezi ve merkezi etrafında yaşayan insanlar arasında büyük farklılaşmalar meydana gelmiştir.

Elli yıl önce yapılması gereken altyapı ve ulaşım faaliyetlerinin doksanlarda yapılma gayreti, bunun sonucu şehrin şantiye alanına dönüşmesi ve beraberinde trafik akışlarında yaşanan kaos, İstanbul’u yaşanmaz bir şehir haline getirmiştir.

Yerel yönetimlerin sevk ve idare usullerinde son onbeş yılda yaşanan değişimler İstanbul’un çehresine olumlu katkılar sağlamakla birlikte her dönem belli bir mentalitenin şehrin idaresine egemen olması, çağdaş yönetim anlayışına sekte vurmakta ve belli anlayışa sahip organizasyonlara avantaj ve fayda sağlamaktadır. Sıraladığım bu durumların varlığı geçmişe olan özlemi her geçen gün daha da artırmaktadır.

Beşeri ve sosyal ilişkilerin izole sosyal yaşam alanlarında sınırlanan hayatlar ile ikame olduğu, toplu tüketimin en şuursuzca yapıldığı alışveriş mabedlerinin mantar gibi çoğaldığı fotokopi hayatlar beraberinde mutsuzluğu, tatminsizliği ve sürekli bir arayışı getirmektedir.

Pimi çekili bombalar, serseri mayınlar gibi yüzlerce insanın patlamaya hazır halde etrafa dolaştıklarını düşünmekteyim. Keza hergün gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkan cinayet, hırsızlık, gasp ve tecavüz haberleri bu düşüncemi desteklemektedir. Çözüm yapısal sorunları temelinden düzenlemekle ilintilidir. Bunun içinde ciddi analiz ve yasal düzenlemeler gerekmektedir.

Kısa vade de sorunların çözümüne imkan olmaması bizlerin sabır yetilerimizi geliştirmemizi gerekli kılmaktadır gibi görünüyor.

Yukarıda çektiğim fotoğraf, dünyanın en güzel kenti İstanbul da en çok kullandığımız aracı hatırlatmak için kullanılmıştır.

1/19/2010

Tarkan Deniz 2009 Yılın Girişimcisi Adayı

Değerli dostlar aşağıda özgeçmişini gördüğünüz kişi sevgili dostum Tarkan Deniz olup kendisi 2009 Yılının Genç Liderleri Yılın Girişimcisi adayıdır.

Sizden ricam aşağıdaki link vasıtasıyla oylamaya katılıp arkadaşıma destek vermenizdir.

http://www.gencliderler.org/vote.html

Teşekkürler.

Tarkan Deniz

*** Girişimci ***

1975 doğumlu, Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunudur.İş hayatında özel sektörde çeşitli görevlerde bulundu.Türkiye Uluslararası Ticareti Tanıtım Konseyi Başkan Danışmanıdır. Türk - Çin Ticaret Odası Başkan Danışmanıdır. Dünya Bankası 2005 Türkiye Yaratıcı Kalkınma Fikirleri Proje Yarışması ödülü sahibidir. Junior Chamber International (JCI) Türkiye tarafından düzenlenen 2007 TOYP(Ten Outstanding Young Persons of Turkey) 'Türkiye'nin On Başarılı Genci' yarışmasında ödül alarak JCI Senato Ödülü Birincisi seçildi. Global tarafından New York şehrinde gerçekleştirilen Dünya İş Forumu 2007 tanıtılmasına Yetkili Temsilci olarak aktif katkılarından dolayı MBH Group Türkiye tarafından teşekküre layık görüldü. 2009 Aralık ayından itibaren, oturma sistemleri alanında Çin'in en büyük, dünyanın ise önde gelen üreticilerinden Zhejiang, Çin merkezli Dafeng Industry Co., LTD.'nin Türkiye Temsilcisidir.

12/30/2009

Ah Güzel İstanbul


22122009315, originally uploaded by kayihan_badalioglu.

Kış güneşinin yüzünü esirgemediği bir aralık günü Kadıköy sahilinden çektim bu fotoğrafı. Fena da olmamış gibi.

Düğün ve Cenaze

Uzun zamandır görmediğiniz insanlar ile karşılaşlaştığınız ve olması gereken kalıp cümleleri karşılıklı sarf ettiğiniz biri mutlu diğeri hüzünlü iki olaydan söz etmek istiyorum. Genelde birbirinden kopuk aile bireylerinin zorla da olsa çoğunluğunun bir araya geldiği, birinde yüzlerin güldüğü diğerinde ise asıldığı iki olaydır düğün ve cenaze. Biri ne kadar başlangıç ve umut ise diğeri de gözyaşı ve sondur. Düğün ve cenazeler aile bireylerini anlıkta olsa bir araya getirir fakat bir arada tutamaz. Aslında bir arada tutmak gibi bir zorunlulukta yoktur. Ailelerin geniş ve kalabalık sayılarda yaşadığı dönemler gerilerde kalmıştır. Zaten özgür iradeye sahip bireyler görüşmek istediği akrabaları ile bir şekilde görüşmeye devam etmektedir. Fakat bizler Türk toplumu olarak akrabalarımıza yüklediğimiz aşırı önemden dolayı sanki her daim tüm akrabalarımız ile dirsek temasında olma zorunluluğunu hissederiz. Öncelikle güveneceğimiz kişilerin aynı kanbağını taşıdığımız insanlar olarak düşünürüz. Ataerkil aile yapılarında bu görüş ağırlıklı olsa da günümüz çekirdek ailelerinde akrabaların yerini aynı sosyal ortamları paylaşmış veya paylaşan biribirlerinden maddi anlamda beklentisi olmayan insanlar almıştır. Akrabalık bağlarını sürdüren insanlar daha çok çocukluk çağlarını aynı çatı altında veya aynı mahalle de sokakta geçirenlerdir. Aslında bu tespit metropol hayatını yaşadığımız büyük şehirler için daha fazla geçerli olup büyük şehirler dışındaki bölgelerde akrabalık ilişkileri daha sıcak ve samimidir. Bütün bu söylediklerim kendi yakın çevreme dair gözlemler olup büyük şehirlerde yaşadığı halde birbirinden kopmayan akrabalık ilişkilerinin sevgi ve saygı ile desteklendiği ailelere ilişkin tespitler değildir. Gittiğim akraba düğünlerinde gördüğüm insanları bir dahaki sefere ya başka bir düğünde veya bir cenazede göreceğimi düşünürüm keza aynı hissi cenazelerde de yaşarım. Diğer taraftan cenazeler, insan hayatının gerçek dinamiklerini ortaya çıkaran olaylardır. Yaşanılan hayatların ne kadar anlamsız olduğu gerçeği o anda insanın yüzüne çarpar. Hayatı anlamlı kılan sevdiklerimiz ile geçirdiğimiz mutlu zamanlardır. Bunun yanında anlamsız çekişmeler ve havada uçan kırıcı sözlerden dolayı onlarla paylaşmayı kaçırdığımız ve atladığımız her an yaşadığımız bu hayatta kaybettiğimiz değerli hazinelerdir.
Nur içinde uyu Ferhan Teyze...

12/26/2009

Galata Kulesi

Çok başarılı bir çalışma.

Galata Kulesi - 3D Sanal Tur



12/25/2009

2009 Senesinden Kalanlar ve 1973lüler ve 2010

İkibinli yılların ilk dokuz senesi geride kaldı.

Geçen yılın bir değerlendirmesini yapmanın tam zamanıdır.

Benim için bütün bir sene Egemen ve Rüzgar’ın üçüncü ve onbeşinci ayları arasındaki gelişmelerine tanık ve müdahil olmakla geçti diyebilirim. Yatay formdan emekleme ve yürümeye uzanan bir süreci tam anlamıyla düşe kalka geçirdik. Ayrıca bu periyot çizikler, kızarıklar, hafif kanamalar ve bol ağlama ve bağırışlarla desteklendi.

Bilimadamı olmadığım için sadece gözleme dayanan tespitim; insanoğlunun en hızlı geliştiği dönem 0-1 yaş arasıdır. Sıfır anlama ve düşünme düzeyinden yemeğini çatal ile ağzına götürebilme düzeyine gelebilmek önemli bir gelişmedir. Bununla birlikte anne-babanın kızdığını bile bile gözlerinin içine bakarak elindeki nesneyi masaya veya televizyonun ekranına hızlı ve seri şekilde vururken bu sırada da kahkaha atmak gelişimin hangi boyutlara ulaştığına güzel bir örnektir. Bu ve benzeri hareketlerin katlanarak artacağı bir yıla girdiğimiz de açık ve nettir. Öncelikle Hale’ye bu sene daha fazla sabır ve enerji temenni ediyorum.

2009 da ülkemizde meydana gelen, aklımda kalan belli başlı olaylara gelince; Ergenekon romanının yazılmaya devam etmesi ve yıl boyunca sayfalarının tek tek gözümüze sokulması, ortaya atılan açılımlar ve devam eden şehit haberleri, ekonomik krizin ulaştığı boyutlar, krizden çıktık mı? yeniden girer miyiz ? teğet mi yoksa delip mi geçti ? gibisinden sorular, domuz gribi ve kurbanları, gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran, yurdum insanlarının korkunç psikolojik durumları sonucunda yaşanan yüzlerce cinayetler, tecavüzler, intiharlar ve iğrenç ilişkilerin haberleri, tv dizilerine olan ilginin ve paralelinde reklam gelirlerinin artmasıyla dizilerin ve oyuncuların medya aracılığıyla daha çok gündemde olması ve günlük hayatın tam ortasına oturması, Başbakanın ‘’ bir dakikalık ‘’ şovu, 21. Yüzyılda düşen helikopterin iki gün boyunca devlet tarafından bulunamaması ve ardından üretilen komplo teorileri, daha önce defalarca kapatılan bir partinin tekrar kapatılıp başka isim altında faaliyetine devam etmesi, Rahşan Ecevit’in yeni parti kurması ve değerli sanatçılar Gazanfer Özcan, Aykut Oray, Cüneyt Gökçer’in aramızdan ayrılmasıdır.

Dünya da ise hafızamda kalan en önemli iki olay Barrack Obama’nın Amerikan başkanlığına seçilmesi ile dans ve müziğin efsane ismi Michael Jackson’nun ani ölümüdür.

Görüldüğü üzere aklımda kalan olayların çoğu tatsız ve oldukça üzücü. Koskoca 365 gün içinde hiç mi olumlu ve pozitif olay yaşanmadı ? Elbette yaşanmıştır ama benim aklımda kalmamış demek ki. Kendi özelimde Egemen ve Rüzgar ile geçirdiğim 365 gün benim için yaşanmış en güzel olaylar bütünüdür. Bu yaklaşım doğrultusunda yaptığım çıkarım, dış etken ve faktörler her ne kadar sıkıcı ve keyifsiz olsa da insanın kendi özel hayatındaki huzuru ve mutluluğu diğer negatiflikleri örtmekte belki de hasır altına atmaktadır.

2010 yılının bana ve benimle aynı sene doğanlara getirdiği ilginç bir sayısal tesadüfü paylaşmak isterim. Şöyle ki; 1973 yılında doğmam itibariyle bu sene 37 yaşına giriyorum. 37 sayısı 73’ün tersi olmakta ayrıca 3+7=10 yani ikibinli yılların onuncu senesi ile aynı sayıdır. Aslında insanlar hayatlarından geçen sayıları toplamak,çıkarmak, çarpmak ve bölmek yoluyla ilginç bir çok sonuca ulaşabilirler diğer taraftan numeroloji denen bir kavram da var ve bu konu ile yüzyıllarca Mısırlılar, Araplar, Yunanlılar, İbraniler uğraşmıştır. Ayrıca aynı mantıkla 1946 doğumlular içinde bu durum söz konusudur. Bir tanecik anneminde 1946 doğumlu olduğunu yazayım ama kendisi duymasın. Yukarıda söz ettiğim bana göre ilginç bu sayısal tesadüfler vesilesiyle 2010 yılının benim için iyi bir yılın geçeceğini düşünüyorum ve buna inanmak istiyorum.

Mutlu yıllar.

11/18/2009

Badalıoğlu Biraderler



13 ay geride kaldı. Benim canım oğullarım artık iyice birbirlerine alışmaya başladılar. Çünkü doğduklarından beri iki farklı dünyadan gelmiş gibi davranıyorlardı.

10/09/2009

Doğa İçin Çal


Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.

Türkiye de bir çok başarılı gerçek müzisyenler var bu proje sayesinde bir kaç tanesi ile tanıştık. Mükemmel bir proje harika bir kolaj.

9/25/2009

Birinci Yaş Günü

Egemen ve Rüzgar’ın hayatımıza dahil olmasının ilk yıldönümüne çok az kaldı. Buraya en son yazdığımdan beri nerdeyse altı ay geçmiş.Bu arada bizimkiler emekleme faaliyetlerine sıralama ve tırmanmayı eklediler. Bizim yardımımızla adım atsalarda kendi başlarına ilk adımlarına çok az kaldı.

Kendi özel lisanlarında konuşuyorlarsa da biz, en çok , anne, mam ve atta'ları anlayabiliyoruz şimdilik.

Rüzgar’ın cep telefonları, tv kumandaları, bilimum elektronik cihazların düğmeleri, dergi ve kitaplara olan ilgisi gün geçtikçe artarak devam ediyor.

Egemen de Rüzgar’ın ilgi alanlarını kısmen paylaşsa da daha çok sehpa üzeri objelere dokunma merakı ve uyarılara kulak asmama eğilimi gün geçtikçe tırmanışta.

İlk yaz tatilimizi gerçekleştirdik. Çeşme, Bodrum ve Enez’i kapsayan turumuz saatler süren ihtiyaç molaları eşliğinde tamamlandı.

Egemen ve Rüzgar kardeşler denizden büyük keyif aldılar. Rüzgar simiti ile kırk yıllık yüzücü gibi takılırken Egemen kucağımızda denize girmeyi tercih etti.Deniz kenarı kumsal faaliyetleri de gayet keyifli dönüş zamanları ağlama ve çığlık doluydu.

Yazın büyük kısmını Karamürsel’de geçiren kardeşler Karamürsel Sahil Sitesi sakinlerinin yoğun ilgisine maruz kaldı. Egemen ve Rüzgar’ın ilk yazları böylece sona erdi. Bundan sonrası onlar için her yeni gün yeni bir keşif yeni bir aktivite bizler içinde onlar ile birlikte olmanın verdiği keyif ve mutluluk.

Nice mutlu yıllara çocuklar.

İyi ki doğdunuz.

5/05/2009

By far away pal


By far away pal, originally uploaded by zackss.

Mükemmel bir enstantane.
Ellerine sağlık Zack...

4/15/2009

Egemen ve Rüzgar'ın Yedinci Ayı


Egemen ve Rüzgar ile ilgili en son yazımı yazdıktan sonra yaklaşık bir ay geçmiş. Artık yedinci ayları içindeler.Tabi bu geçen zaman sürecinde hayatlarında bazı değişiklikler oldu.
Örneğin kahvaltı etmeye başladılar. Hem de mama sandalyelerine oturmak suretiyle. Tam oturamadıkları için doğduklarından beri mamalarını yatarak yiyorlardı. Şimdi oturma pozisyonuna tam anlamıyla olmasa da geçtiler ve yemek faslı artık daha rahat geçiyor. Ama Egemen aynı şekil durmaktan bir süre sonra sıkıldığı için farklı bir boyuta geçme isteğiyle bağırmaya başlıyor zamanla alışmasını ümit ediyoruz. Kahvaltı menümüzde yumurtanın sarısı, beyaz peynir ve pekmez var şimdilik. İlerleyen yıllarda kendilerine sucuklu ve pastırmalı nefis yumurtalar yapacağım. Doktorları , yumurtanın beyazı, bal ve inek sütünü alerjik olma ihtimaline yüzünden vermememizi söyledi. Ayrıca ekmekte çok gerekli değilmiş. Bunun dışında et, tavuk ve balıkta yiyebilecekler. Tabi haşlanmış ve tuzsuz olarak. Mangal yapacağımız günlerin de geleceğini düşünerek bugünleri atlatacağımız inancındayım.
Rüzgar emekleme yolunda epeyce ilerledi. Henüz ayaklarını sırayla atmayı keşfedemese de iki ayağını kolları yardımıyla ileri atabiliyor. Egemen ise iki kolu üzerinde dikilerek poposunu dışarıya doğru çıkarıp dizleri üstünde zıplama evresinde. Rüzgar oyuncak harici gördüğü televizyon kumandası, oyuncak sepeti, cep telefonu, ıslak mendil paketi gibi materyallere uzanıp tadına bakma telaşında, çıngırak gibi diş kaşıyıcısı gibi bebekler için yapılmış ürünler ilgisini fazla çekmiyor. Egemen ise yukarıda saydığım ilgili ilgisiz tüm maddeler onun çekim alanı içinde değil. Daha bohem , marjinal ve umarsız bir hayat yaşamakta.
Artık bu ayın sonları itibariyle daha hareketlenmelerini ve buna paralel olarak bizlerin de daha hareketleneceğini tahmin ediyorum. Bu arada bugüne kadar daha kendi halinde ve sakin olarak düşündüğümüz Rüzgar yavaş yavaş canavarlaşmaya başlıyor. Hadi bakalım hayırlısı...