3/02/2010

Mart Gündemi

Bahara adım attığımız bu günlerde ülke gündemi de bahar havası gibi baş döndürüyor.
Siyaset, magazin ve futbol ağırlıklı gündem konuları bir bir havada uçuşurken hepimizin gözü kulağı son dakika haberlerinde. İşlerimizi hep son dakika da halletmeyi seven biz Türkler için son dakika haberlerinin anlamı büyük.

Bizim evde ise gündem Egemen ve Rüzgar’ın yaramazlıklarıyla şekillenmekte.
Yaklaşık altı ay önce tam anlamıyla yürümeye başlayan kardeşler yüzünden oturma odamınızın yerleşim düzeni sürekli değişiklikler gösteriyor. Çünkü televizyona tırmanmak, dekoderin kartını ve kablolarını çıkarmak, elektrik prizlerine parmak sokmak gibi meraklarını önlemenin tek yöntemi odanın çeşitli yerlerine zigonlar, sandalyeler ve koltuklar ile kurduğumuz barikatlar sonucu ortaya çıkan yeni trend ev dekor çeşitlemeleri.

Aslında çocuklu ailelerde en iyi çözüm eşyasız, sadece halı ve minder olan evler diye düşünmekteyim.
Bu durumda tırmanma kabileti olan çocuklar istedikleri durumda duvarlara bile tırmanabilirler.

Yargı mensupları ile ısınan gündem, arkasından ordu mensuplarının gözaltıları ile alevlenirken uyuşturucu operasyonu ve Tarkan’nın sorgulanması ile ateş topu halini aldı. Bunların yanına Fenerbahçe’nin başaşağı gidişatı da eklenince muhtemelen yazılı ve görsel medya mensupları mesai üzerine mesai yapmaya başladılar.

Her gün televizyonlar birbilenler, bilirkişiler ve konunun uzmanları ile dolup taşıyor. Saatlerce konuşuluyor, sayfalarca yazılar yazılıyor ama ülkenin kaçta kaçı bu insanları dinliyor ve okuyor çok merak ediyorum açıkçası.

Medyanın gündemi ile sokağın gündeminin çok farklı olduğu kanısındayım. Bazı gündemler bir takım medya tarafından halkın gözüne sokulurken bir kısım medyanın ise hiç umurunda olmuyor.
Ulusal olarak nitelendiren kanalların yayın akışları ile uydudan yayın yapan yerel kanalların yayın akışlarları incelenirse bu kapsamda belirttiğim gündemin farklılığını daha net ortaya çıkacaktır.

Tek ortak gündem maddesi ise kuşkusuz futbol. Her Türk vatandaşının bu konuda söyleyeceği mutlaka bir iki cümlesi bulunmaktadır. Bende futbol konuşmaktan ve yazmaktan büyük keyif alıyor olsam da futbola bulaşmamış olmayı tercih ederdim doğrusu. Artık geri dönüş yok ve futbol virüsü yaklaşık otuz senedir kanımda dolaşmakta. Sorumlusu da babamdır. Sanırım ilerleyen yıllar da da Egemen ve Rüzgar’ın sorumlusu ben olacağım. Bayrak yarışı gibi bir durum .

Futbol demişken futbol gündeminin beni ilgilendiren kısmında neler var?

Normal olarak öncelikle Galatasaray tabi ki.

Uzun bir aradan sonra geçen perşembe günü (25.02.2010) Galatasaray’ın Atletico Madrid ile oynadığı UEFA kupası maçına gittim. Çünkü bu sezonun en önemli karşılaşmasıydı. Biletler satışa çıkar çıkmaz bitmiş, karaborsa da en az iki katı fiyatına satılmaktaydı. Maçtan aklımda kalanlar ise; daracık bir kapıdan ezile büzüle polis kontrolüne erişebilmemiz, sonra rahatça içeri girmek ve maç başlamasına yarım saat kaldığı için merdivenlerde ayakta durmak zorunluluğu.

Çıkış ise çok kolaydı; malum son dakika golünden hemen sonra stad boşalmadan çıkış kapısının yolunu tutarak kalabalığı geride bıraktım.

Maç başlamadan eski açık tribünün yaptığı gösteri gerçekten çok başarılıydı. Futbolcular sırayla tribünlere çağrılırken en son olarak kıdem itibariyle takımın en genci Emre Çolak yumruk şova davet edildi. Ayrıca Emre, Sabri abisinin klasik hareketi olan üçlü çektirme hareketinide seyircinin tezahüratı sonucu tribünlere yaptırdı. Sanırım bu hareket Sabri’den sonra Emre’ye geçecek, bundan dolayı ön bir deneme çalışması yaptılar.

Her maçta olduğu gibi maçı seyretmeden sırtını sahaya dönüp insanları tezahürat yapmaya yönlendiren hatta bunu görev edinen kişiler vardı. Şunu anladım ki artık benim maçlara gidip güruh ile birlikte bağırma, zıplama dönemim geçmiş. Maçı ve saha da olup bitenleri sakince seyretmek çok daha keyifli. Çok fazla da bağırmadım zaten. Sanırım takımını az destekleyen taraftar hanesine kayıt edilmişimdir. Maçın havasını, ortamını yaşamak, yapılan hareketlere tanık olmak gerçekten yaşanması güzel duygular ama evde sakin, huzurlu ve konforlu maç seyretmek, pozisyonları ve golleri tekrarlarıyla seyretmek daha cazip kırklı yaşların arifesinde. Tabi tarihi olarak nitelendirilecek maçlarda stadın havasını solumak ayrı bir durum, aslında bu maça gitme sebebimde tarihi bir maç olacağına inancımdı fakat olmadı.

Klüpler seviyesinde Avrupa kupalarında ki maceramızda Fenerbahçe ile birlikte başka bahara kaldı.
Milli takımlar seviyesindeki maceramız ise çoktan gelip geçmişti. Neyse ki Atletico Madrid maçı sonrası ligde ki ilk maçımızın, açık futbolu benimseyen Yılmaz Vural’ın Kasımpaşa’sı ile oynanması, dört gollü galibiyet ve takımın lig başlangıcında oynadığına benzer ofansif futbolu, Eskişehir maçına kadar yüreklere su serpti.

Diğer taraftan üst üste yedinci maçını da kazanamayan Fenerbahçe de kazanlar kaynamaya, Her Daum’un suyu ısınmaya başladı. İçerisinde Rıdvan Dilmen’nin de bulunduğu bir grup yorumcu ve köşe yazarı şimdiden şampiyonluğun gittiğine dair kehanetlere başladı bile. Geçtiğimiz sezonlar da dokuz-on puan geriden gelerek şampiyonluk yaşayan takımları hatırlarsak şimdiden kopartılan bu fırtınanın ne kadar yersiz ve sadece gündemi meşgul ederek bir grubun taraftarlarına yönelik gazete satmak ve tv seyrettirmek amaclı hareketler olduğunu düşünmek anlamsız olmaz.

Bu düzmece gündemler sırayla Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor için oluşturularak lig sonuna kadar servis edilecektir. Bu arada geçen sene yere göğe sığdırılamayan Sivasspor’a olan basının şimdiki ilgisinin ne derece olduğunu da hatırlatmak isterim. Geçen sezonun ilk yarısı kimsenin dikkate almadığı Beşiktaş sezonu iki kupayla kapatmıştı. Bu senede aynı şekilde Fenerbahçe iki kupayı da alırsa bu kadar olumsuz konuşan yazar, yorumcu tayfası neler söyleyecek gerçekten merak ediyorum.
Umarım bu öngörüm gerçekleşmez ve yorumcular haklı çıkar. Bende boş yere merak ederim.

Türkiye daha önce hiç tanık olmadığı olaylar tünelinden geçiyor. Belki bir on yıl önce gerçekleşmesi imkansız gibi görünen olaylar normalleşme adı altında yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Bir tür hesaplaşmanın sonucu gibi algılanan ve kamuoyunun tanıdığı bir çok isme hayatlarının en zor günlerini yaşatan, korku ve gerilim filmi olarak başlayan olaylar her geçen gün başka bir dram olarak gündemde ki yerini bir sonrakine bırakıyor. Filmin sonu kaygı ve endişe ile bekleniyor. Nedense gözümün önüne Red Kit’in çizgi filmlerindeki omzunda akbabası ile ellerini kavuşturmuş bekleyen cenaze levazımatçısı geliyor.

Ayrıca yine Galatasaray maçıyla aynı tarihte aramızdan ayrılan İhsan Doğramacı’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Bulutsuzluk Özlemi’nin YÖK’ün Yıldönümü şarkısını da seksenli yılların üniversitelilerine ithaf ediyorum.


Yök'ün Yıldönümü


Uzun, yorucu, felaket, parasız

Bitmez tükenmez, günler geceler

Binlerce test çözüp, sınavlardan geçtin

Ö.S.S. ve Ö.Y.S. bir sürü bilmece


Belki en yakın arkadaşınla

Yarıştırıldın ve sen kazandın

Önünde hep söylenen sonsuz ufuklar

Geçmişte kalmıştı bütün zorluklar


Oysa senden beklenmezdi senden istenmezdi

Tuhaf şeyler düşünmek tuhaf şeylere takmak

Yeni bir dönemdeydin sen üniversitedeydin


İndi kalktı coplar, kollar yoruldu

Kızlar tekmelendi, yerlerde süründü

YÖK’ün yıldönümüydü.


Yerlere uzattılar, yaka paça tuttular

Otobüse doldurup, merkeze kapattılar


YÖK'ün yıldönümüydü

Altı Kasım Doksanaltı Bu hep aklımda kaldı

Ye nokta Ö nokta Ke Yani YÖK

YÖK'ün yıldönümüydü

2/03/2010

Dört Yüz Elli Üç Kilometre Ötesi




Hayatımın ikinci Ankara dönemi 1979 yılında başlamıştı. Türkiye’de karmaşa ve kaosun yanısıra anarşi ve terörün kol gezdiği veya gezdirildiği yıllara denk gelmişti.

Fakat ben o dönemi değilde o yıllarda Ankara’dan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum.

Öncelikle İstanbul-Ankara arası yaptığımız yolculuklarımızla başlayalım.

Seksenlerde ulaşım için kullanılan en temel iki araç otobüs ve trendi. THY yolları dışında başka havayolu şirketleri olmadığından rekabet ve promosyon bilet gibi olgular yoktu.

Bundan dolayı uçak ile yolculuk etmek şimdiki gibi uygun fiyatlarda olmadığı için uçak , herkesin yapabildiği bir yolculuk şekli değildi. Bununla birlikte özel araç sahipliği de çok fazla değildi. Genelde ticaret ile uğraşan serbest meslek erbabı tanımına uyan kişilerin ağırlıklı olarak arabaları vardı. Ayrıca emekli ikramiyesi sayesinde eline toplu para geçenler ile babadan dededen kalma birikimleri olanların araba alma şansları vardı. Taksitli araç kredileri ve özel kampanyalı satışlar olmadığı için keza belli miktarda dolar bile bulundurmanın suç olduğu yıllarda her isteyen kolayca araç sahibi olamazdı.

Aile olarak otobüs yolculuklarını tercih ederdik. İki tane herkesin çok iyi bildiği ve güvendiği otobüs firması vardı. Seçimimizi özel tanışıklıklardan ötürü daha sonra Türkiye futbol tarihinde bir şekilde iz bırakacak kişinin de üyesi olduğu ailenin otobüs firmasından yana kullanıyorduk. Artık kaderin bir cilvesi mi dersiniz yoksa zorunluluklar mı yıllar sonra bende o grubun bir firmasında mecburiyetten bir süre çalışmak durumunda kalacaktım.

Seksenlerde İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları normal hava şartlarında yaklaşık yedi saat sürerdi.
Bülent Ortaçgil ‘’ yarım gün uzakta Ankara ‘’ diyordu o yıllarda yazdığı bir şarkısında.

Bir keresinde Eskişehir taraflarından Ankara’ya gitmiştik. Şimdi düşündüğümde neden öyle bir rota izlendiğine hiç anlam veremiyorum. Bolu dağını aşmak yolculuğun en stresli kısmıydı. En keyifli anı ise, Bolu Çizmeci Tesisleri’nde verilen yemek molası, tesisin çocuk parkında geçirilen zaman ve nefis el yapımı ayrandı.

Altı-yedi yaşlarında bir çocuk olarak hayatım ev ve okul arasında geçiyordu. Tabi haftasonları Ankara da, çok fazla seçenekte olmadığından belli mekanlara gidilirdi. Kızılay şimdi de olduğu gibi önemli bir merkezdi.



Sakarya caddesinde dönerli sandviç yapan bir büfe vardı. Penguen büfe olarak aklımda kalmış. Sandviçin arasına koyduğu sos ve turşusunun tadına bir daha hiç bir yerde rastlamadım.

Ulus, babamın işyerinin de orda olması nedeniyle sık gittiğim bir yerdi. Eğer öğlen vaktine denk gelirse Ulus’ta Akman pastanesi en favori mekanımdı. Sosisli sandviçlerini çok severdim. Diğer büfelerde satılanlardan tadı farklı olurdu. Ayrıca Akman pastanesi’nin bozası çok meşhurdu. Sebze, meyve, et ve balık satılan hal binası vardı. Hal de kahvaltılık malzeme satın aldığımız bir dükkan mevcuttu ve sanıyorum uzun yıllar babam aynı yerden alışverişini yaptı İstanbul’a taşınana kadar.

Bunların yanında şehrin olmazsa olmaz gezi alanları parklardı. Kuğulu park, Botanik parkı, Seğmenler parkı, Ankara’da geçirdiğim toplam onyedi yıl boyunca birçok güzel hatıranın mekanları oldular.

Hayatımda ilk gittiğim sinema ise Bahçelievler deki Arı Sineması’ydı. Daha sonra TRT sinemayı stüdyo haline getirmişti.
İlk tiyatro oyunu ise Necatibey caddesinde ki çocuk tiyatrosundaki bir oyundu.

Tabi şehir ile özdeşleşmiş Anıtkabir’i unutmak olmaz. Benim için Anıtkabir’e gitmek çok önemliydi. Her seferinde yeni bir heyecanla giderdim. İlerleyen yıllarda Anıttepe’ye taşınmamızla Atamızı ziyaret etme sıklığım da artmış oldu. Diğer taraftan Anıtkabir, Ankara’ya kar yağdığında gidilesi en güzel mekanlardan biridir. 360 derece bembeyaz Ankara sizi karşılar Rasattepe de.

Otuz sene geçmiş yukarıda yazdıklarımın üstünden. On iki sene öncede Ankara yerleşik hayatıma son vererek İstanbul şehrine geçiş yapmışım. Koprülerin altından çok sular akmış. Kimi zaman birikmiş kimi zaman taşmış. Ankara ise eski bir dost gibi kalmış dört yüz elli üç kilometre ötede.



2/02/2010

İstanbul da Sabırlı Olmak



İstanbul hakkında yazılan külliyata bakıldığında alışagelmiş bir çok klasik söylem vardır.

Zihinlerde yer edenlerden bazılarını şöyle bir sıralarsak; tarih boyunca farklı medeniyetlerin merkezi olduğu gibi, bir çok farklı kültürü barındırdığı ve harmanladığı gibi, adıgeçen çok kültürlü yapının halen günümüzde süregeldiği gibi tanımlar ile karşılaşırız.

Bu söylemleri çoğaltmakla beraber tamamının da doğru olduğu gerçektir. Altmışlarda ülkemizde sanayinin patlama yapmasıyla taşı toprağı altın kabul edilen bu şehir, her geçen gün karmaşanın, düzensizliğin ve her türlü suçun gelişme ve genişleme merkezi olmaya başlamıştır.

Çalışma hayatının kalbinin İstanbul da atması, teknolojik imkanların da gelişimiyle nitelikli olsun olmasın her seviyede insanın para kazanma fırsat ve olasılığının yüksek olması durumu şehrin bozulmasının nedenlerindendir önde gelenidir.

Yoğun göç alan İstanbul, plansız olarak kendi yerleşim lokallerini yaratmış ve bu lokasyonlara özgü sosyal hayat tarzlarının ortaya çıkmasıyla birlikte şehrin merkezi ve merkezi etrafında yaşayan insanlar arasında büyük farklılaşmalar meydana gelmiştir.

Elli yıl önce yapılması gereken altyapı ve ulaşım faaliyetlerinin doksanlarda yapılma gayreti, bunun sonucu şehrin şantiye alanına dönüşmesi ve beraberinde trafik akışlarında yaşanan kaos, İstanbul’u yaşanmaz bir şehir haline getirmiştir.

Yerel yönetimlerin sevk ve idare usullerinde son onbeş yılda yaşanan değişimler İstanbul’un çehresine olumlu katkılar sağlamakla birlikte her dönem belli bir mentalitenin şehrin idaresine egemen olması, çağdaş yönetim anlayışına sekte vurmakta ve belli anlayışa sahip organizasyonlara avantaj ve fayda sağlamaktadır. Sıraladığım bu durumların varlığı geçmişe olan özlemi her geçen gün daha da artırmaktadır.

Beşeri ve sosyal ilişkilerin izole sosyal yaşam alanlarında sınırlanan hayatlar ile ikame olduğu, toplu tüketimin en şuursuzca yapıldığı alışveriş mabedlerinin mantar gibi çoğaldığı fotokopi hayatlar beraberinde mutsuzluğu, tatminsizliği ve sürekli bir arayışı getirmektedir.

Pimi çekili bombalar, serseri mayınlar gibi yüzlerce insanın patlamaya hazır halde etrafa dolaştıklarını düşünmekteyim. Keza hergün gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkan cinayet, hırsızlık, gasp ve tecavüz haberleri bu düşüncemi desteklemektedir. Çözüm yapısal sorunları temelinden düzenlemekle ilintilidir. Bunun içinde ciddi analiz ve yasal düzenlemeler gerekmektedir.

Kısa vade de sorunların çözümüne imkan olmaması bizlerin sabır yetilerimizi geliştirmemizi gerekli kılmaktadır gibi görünüyor.

Yukarıda çektiğim fotoğraf, dünyanın en güzel kenti İstanbul da en çok kullandığımız aracı hatırlatmak için kullanılmıştır.

1/19/2010

Tarkan Deniz 2009 Yılın Girişimcisi Adayı

Değerli dostlar aşağıda özgeçmişini gördüğünüz kişi sevgili dostum Tarkan Deniz olup kendisi 2009 Yılının Genç Liderleri Yılın Girişimcisi adayıdır.

Sizden ricam aşağıdaki link vasıtasıyla oylamaya katılıp arkadaşıma destek vermenizdir.

http://www.gencliderler.org/vote.html

Teşekkürler.

Tarkan Deniz

*** Girişimci ***

1975 doğumlu, Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunudur.İş hayatında özel sektörde çeşitli görevlerde bulundu.Türkiye Uluslararası Ticareti Tanıtım Konseyi Başkan Danışmanıdır. Türk - Çin Ticaret Odası Başkan Danışmanıdır. Dünya Bankası 2005 Türkiye Yaratıcı Kalkınma Fikirleri Proje Yarışması ödülü sahibidir. Junior Chamber International (JCI) Türkiye tarafından düzenlenen 2007 TOYP(Ten Outstanding Young Persons of Turkey) 'Türkiye'nin On Başarılı Genci' yarışmasında ödül alarak JCI Senato Ödülü Birincisi seçildi. Global tarafından New York şehrinde gerçekleştirilen Dünya İş Forumu 2007 tanıtılmasına Yetkili Temsilci olarak aktif katkılarından dolayı MBH Group Türkiye tarafından teşekküre layık görüldü. 2009 Aralık ayından itibaren, oturma sistemleri alanında Çin'in en büyük, dünyanın ise önde gelen üreticilerinden Zhejiang, Çin merkezli Dafeng Industry Co., LTD.'nin Türkiye Temsilcisidir.