5/12/2006

Hayatın geçiş dönemlerinden biridir otuzlu yaşlar... Artık genç kategorisine girmezsiniz ama orta yaşlı da sayılmazsınız. Gittiğiniz ortamlarda etrafınızdakilere nazaran ya yaşlı ya da genç kalırsınız. Çok aktif ve hareketli olduğunuzda çevrenin bakışlarından'' koskoca adama bak hiçte yakışıyor mu ?''tarzında ifadeleri hissederken , sakin ve fazla hareketsiz olduğunuzda ruhunuzun öldüğü endişesine kapılır etrafınızdakiler.Ortalıkta kalmış gibisinizdir. Sizden küçüklerin yaptıklarına ayak uyduramazken sizden sonraki jenerasyon fazlasıyla size demode gelir.Hip-hop hoşunuza gidiyordur ama alaturka müziği de seviyorsunuzdur. Öyle bir döneme gelmiştir ki otuzlu yaşlarınız , çocukluk yıllarınız ülkenizin seksenli yıllar dediği hiçbir dönemine benzemeyen bir tarihi geçiş sürecine denk düşmüştür. O dönemde yaşananların benzerini ne sizden öncekiler yaşamış ne de sizden sonra doğanlar yaşayacaktır. Hiç televizyon görmemiş bir nesil varken arkanızda, önünüzdekiler plazma televizyonlar ile uydu bağlantılarıyla yüzlerce kanal arasında kaybolmaktadır. Sizler kitap okurdunuz ,kitapların sinema filmleri seyredilmektedir. Okurken kurduğunuz hayaller artık hazır halde insanların karşındaki perde de oynamaktadır.Hayat inanılmaz şekilde basitleşmiş,iletişim olanakları sınırsız bir hal almıştır.Doğal olarak hayatınıza farklı endişeler girmiştir. Oysa ki sizlerin çocukluk ve ilk gençlik yıllarında mobil telefonunuzun kontörü ve şarjı bitmesi gibi bir endişeniz,aradığınız kişiye ulaşamayıp tekrar bir deneme yapma gayreti veya sinyallerde ki zayıflamadan dolayı seyrettiğiniz programın yarıda kalma ihtimali hiç olmamıştır. Siyah-beyaz televizyondan renklisine geçmek hayatınıza kim bilir ne renkler katmıştı o zamanlarda ?Orta okul yıllarımda arkadaşımın saatinde bir araba yarışı oyunu vardı ,iki santimetrekare ekranda onunla oynamak ne keyifli bir durumdu.Biribirimizle kavga ederdik daha fazla oynayabilmek için.Günümüzde dev ekranda ve yüksek kapasiteli ses sistemleriyle sanki otomobil pistinde yarışıyormuşçasına bu oyunları oynuyor çocuklar daha gelişmiş versiyonlarını heyecanla beklerken.Otuzlu yaşlar gelip geçerken işte insanın aklına bu ve bunun gibi bir çok soru takılır.Acaba çocukluk ve ilk gençlik dönemleri şimdikilerden daha mı keyifli yoksa daha mı ilkel ve renksizdi diye. Eğer cevap ikinci şıksa o zaman bizim baba ve dedelerimizin yaşadığı hayatları nasıl tanımlamak gerekirdi? Günümüzün yeni nesil olarak adlandırılan bireylerinin yaşadıkları hayatlar çok mu tatminkar onlara göre? Belki de sorunun cevabı insanın kendi içinde gizli , zaman ve mekanın hiç önemi yok.
Çalıştığım binadan çıkıp kalkan servislere doğru yol alırım her akşam.. İnsanı uçuran bir rüzgar varsa İstanbul'da sabah pardesü ve şemsiye de almışsam lakin o şemsiye elimde sadece sopa görevi görür.. Sürekli ağrılı sızılı adamımdır ben.. Bu iş hayatı stresleri hastalık hastası yapmıştır beni... Bir ara panik atak bile oldum düşünün artık... Kısaca hayat çok güller gülistanlar içinde geçmez ... Ofisim merkezin içinde olmadığı için her akşam servise yürürüm... Tabi ki İstanbul'un iğrenç trafiği tam bir saatte bazı zamanlarda daha fazla sürede karşıya geçebilirsin.. Lakin insan istanbulda yaşayınca buna zorla katlanır.. Yani tecavüz ve zevk alma ikilemidir.. Serviste günlük gazetemi ve kitaplarımdan artık hangisi varsa onu okuyarak yarıda uyuklayarak gelirim... Her daim başlayıp bitiremediğim bir iki kitabım olur başucumda, çantamda... Servisten inip eve doğru on dakikalık yürüyüşüm başlar işyeri servisini kullandığım zamanlarda.. Bu sırada sırada kesik kesik şarkılar söylerim, yoluma çıkan sokak köpeklerinden rahatsız olup karşı kaldırıma geçtiğim anlar olur.. Rüzgarlı havalarda rüzgar estiçe pardesüm ve kravatım hava da dalgalanır acayip karizmatik hissederim kendimi... Eve girmeden markete uğrarım çikolatalı dondurma alırım.. Her mevsim dondurma bulundururum evde ama şimdi tam zamanıdır... Hem kaloriside az... Geldiğimde sofra hazır olur.. Ara sıra yorgun günlerin akşamında yaptığım gibi yemekte bir kadeh tekirdağ alırım buzlu ve dublesinden.. Aç karnına içince tabi az sonra hafif çarpar beni o ayrı.. Sonra da tatli bir uyku basar sabah altı civarı kalkmak uzere... Evet bu şehri seviyorum.. Burası bir virüs gibi ... İnsanın kanına girdiğinde artık çıkmıyor.. Deli deli akıp duruyor sessizce..
Sanatçıların ölümü ayrı bir etkiliyor beni.Evet her ölüm erken ölümdür bence.Pazar günü harem'den üsküdar'a doğru giderken Kız Kulesinin karşısındaki bir mekanda Cem Karaca Cuma-C.tesi pankartını görünce vay be Cem Baba şimdi de buraya gelmiş diye geçirdim içimden. Ne mutlu ki ölmedem Shaft'ta tam en önden kendisini seyretme şerefine erişmiştim.O zaman yanımdakilere demiştim ki ''iyi bakın sahnede bir tarih var ve bu tarihi çok fazla seyretme şansımız olmayacak''. Sanırım çoğu insan da benim gib düşünüyordu.Ve beklenen son...59 yaşında olmasına rağmen 70 gibi gözüküyordu ama şarkılarını söylerken 25 gibiydi kendisi... Bu yaşımda o performansı sergileyemezdim doğal olarak.Sanırım 70 yaş görüntüsü geçirdiği onca yılların kalıntılarıydı teninde ki. Yine aynı sahneler yaşanacak bu akşam tv.lerde,bir grup insan konuşacak biraz resimdeki gözyaşları biraz namus belası arka fon müziklerinde duyulacak ve klasik yaşarken vermediğimiz değeri öldüğünde vereceğiz Cem Baba'ya... Dün akşam arkadaşlar ile çalarken bizde ruhunu şad ettik şarkılarıyla.Bir müzisyenin arkasından yapılacak en güzel şey onun parçalarını çalmaktır bence.Keşke ben öldüğümde de birisi çalsa benim parçalarımı hatıra olaraktan :)) Barış Manço,Cem Karaca ve Erkin Koray dır Türk Rock müziğinin üçlü saç ayağı ve sadece bir tanesi kaldı.Onu koruyabliyor muyuz ?HAYIR.. Bir gün Erkin Baba'nın arkasından da aynı fotokopi çekilecek yaşanmışlar olaraktan... Hayat devam ediyor...
İstanbul.. Mahmur sabahlarına uyandık İstanbul'un Sabah biz ve İstanbul çakırkeyif Sersem aşıklardık biz hep böyle olduk İstanbul aşktı, İstanbul olduk Ruhlarımız aylak, hatta serseriydik Mahalle kızının namus bekçileriHayat şakaydı, aşklar ciddi El değmemiş aşkların eseriydik Acılarım, sevinçlerim, Ergenliğim,olgunluğum Oynak yarim, oynaklığım, canım İstanbul'um

Bilinmeyene

Hayatın görünmeyen yüzü ne kadar çok iyimserlik katıyorsa diğer yüzü ise o kadar karartır ruhlarımızı.
Her zaman olduğu gibi hepsi üst üste gelir sıkıntıların belli zamanlarda birbirleriyle yarışırcasına. Haksız olduğumuz bir çok kırılma noktaları olduğu gibi bu kadar tepkiye neden gerek duyulur ? Sürekli bir karşılaştırma yapılır iç dünyalarımızda.
Hayatı neden rahat yaşayamıyoruz süresi belirsiz bu yaşam sahnesinde ?
Kesinlikle bakış açısı farkı bu.
Ne zaman mutsuz ne zaman mutlu olacağımız ise ne kadar belirsizdir?
Çıkmaz yollar sürekli kesiyor biribirlerini durup usanmadan.
Herşey olacağına varacak bir gün elbette.
Biraz daha rahat olmalıyız nefes alırken veya gülümserken aynaya bakıp.
Rahat ve umursamaz gibi hayata duruşumuzu birde beynimize ve kalbimize yansıtabilsek.
Etrafta binlerce laf dolanırken rahat olmak çok zordur dünyalarımızda...
Ama ne olursa olsun her karanlık aydınlığa çıkacaktır bir gün...

Bilinmeyene....

5/11/2006

Karadeniz ile Marmara'nın kavuştuğu noktanın Anadolu tarafındaki fenerine gelmeden önce ufak bir koy etrafına konumlanış küçük bir köy... Evleri tepeden hem karadenize hem boğaza bakar..Günbatımı muhteşem.. İstanbul'da yaşayıp Karadeniz havasının solunabileceği harika mekan... Pazar günleri bunaltıcı İstanbul şehir yaşamından kopup insanın kendisini atabileceği en serin sular :)
Doğduğum,büyüdüğüm şehir Ankara. Herkes gibi yüzlerce iyi kötü yaşanmış anılarım var bu şehirde. Güzel anılarım da var Ankara da hiç hatırlamak istemediğim dönemlerimde... Ailem Istanbul'a yerleştiğinden beri..üç yıldır gelmiyordum Ankara'ya İnsan uzun yıllar yaşadığı şehir den ayrılıyorsa ve ailesi de orda bulunmuyorsa önemini yitiriyor o şehir bana göre. Bu yüzden de 2005 yılının agustos ayına kadar Ankara'ya gelme nedenim olmadı Ankara görevi çıkana kadar... İlk defa Ankara'da kendimi yalnız hissettim çünkü iş çıkışı döndüğüm yer bir otel odasıydı.Ankara gozume çok farklı geliyordu bir yabancı gibi... Belkide gerçekten farklıydı Ankara.. Benim bıraktığım yıllarda ki -buna 90'lı yıllar diyebiliriz değişmişti- ,gelişmeye çalışıyordu alt geçitleri,cadde aralarındaki fıskiyeleri,suni göletleri ve seyyar satıcılarıyla... Trafik canavarının anavatanı olan Istanbul bence Ankara trafiği yanında masum bir bebek gibiydi.. Park sorunu artık caddelere sığmaz olan arabaları çift şerit park etme gerekliliği getirmişti Ankara cadde ve sokaklarında.. Kızılay ve çevre cadde,meydanlar akşam yediden sonra tam bir seyyar satıcı cenneti olmustu.Kızılay'ın ta göbeğine eski çağlardan kalma beton bir saat oturtulmuştu. Yapay şelale garibelerini,şehir içine otobüs servis hizmetinin kaldırılmasını, adım başı simit dünyaları ve kebapçıları da söylemem gerekmiyor aslında... Bunların Istanbul da yok mu ? Benzer mantıkta ki faaliyetler tabiki mevcut. Ama ben Ankara'yı böyle görmek hiç istemedim. Hayatımın geri kalanını da Istanbul'da yasamayı secerek isabetli bir karar verdiğime iyice inandım yirmibir günlük Ankara seyahatimde.. Evet klasik bir cümleyi sarf edip bu yazımı da bitireceğim.'' Ankara'nın en güzel yanı Istanbul'a dönüşü olması..''
Karanlıktan aydınlığa... Hayatın görünmeyen yüzü ne kadar çok iyimserlik katıyorsa diğer yüzü ise o kadar karartır ruhlarımızı. Her zaman olduğu gibi hepsi üst üste gelir sıkıntıların belli zamanlarda birbirleriyle yarışırcasına. Haksız olduğumuz bir çok kırılma noktaları olduğu gibi bu kadar tepkiye neden gerek duyulur ? Sürekli bir karşılaştırma yapılır iç dünyalarımız da. Hayatı neden rahat yaşayamıyoruz süresi bellirsiz bu yaşam sahnesin de ? Kesinlikle bakış açısı farkı bu.. Ne zaman mutsuz ne zaman mutlu olacağımız ise ne kadar belirsizdir? Çıkmaz yollar sürekli kesiyor biribirlerini durup usanmadan. Herşey olacağına varacak bir gün elbette. Biraz daha rahat olmalıyız nefes alırken veya gülümserken aynaya bakıp. Rahat ve umursamaz gibi hayata duruşumuzu birde beynimize ve kalbimize yansıtabilsek. Etrafta binlerce laf dolanırken rahat olmak çok zordur dünyalarımızda... Ama ne olursa olsun her karanlık aydınlığa çıkacaktır bir gün... Bilinmeyene....
23.Mayıs 2003 Cuma gecesi saat 2.00 gibi uyuyabildim. C.tesi sabah Eskişehir'e gidecek olmamın verdiği heyecan yüzünden uyku tutmuyordu bir türlü. Halbuki tam dört sene boyunca defalarca o yola gidip gelmiştim. İlk zamanlarda bu gidiş-dönüşler çok sıklıkla tekrarlanırken seneler geçtikçe daha seyrekleşmeye başlıyordu. En son dönüş ise gerçekten çok zordu. Evi toplayıp kamyona yükledikten sonra anıları,dostlukları,sevinçleri,hüzünleri dolu dolu yaşayıp hepsini Eskişehir'de bırakırken.. İşte bu duygular içinde bir kere daha Eskişehir'e gidecek treni bekliyordum... Keyifli bir tren yolculuğundan sonra Eskişehir'e vardık. Tabiki trenin yemekli vagonunda biralar içildi lavobolar sıklıkla ziyaret edildi.. Öğle yemeği saatininde gelip geçmiş olması dolayısıyla saç kavurma hayalleri içinde konakladığımız öğretmen evi'ne yerleştikten hemen sonra Posta Pide'nin yolu tutuldu.. Bu çok iddalı bir laf olacak ama burdaki saç kavurmanın tadı dünya da hiç bir yerde olmadığını düşünürüm hep... Daha sonra İstanbul'dan gelen arkadaşlarımız ile Kızılcıklı caddesindeki cafelerden birinde bir araya geldik. Bu arada yıllar geçtikçe Eskişehir'deki cafe ve bar sayısının da arttığını gözlemleyerek'' keşke bir mekanda burda biz açsak ''diye içimizden geçirdik... Erdin Hocamızın sıcak ve samimi karşılamasını da belirtmek isterim. Tekrar kendisine teşekkürler... Hoş bir sohbetten sonra bir grup kız arkadaşımız yan taraftaki Fal Bilim Merkezine giderek falcı bir genç arkadaşımızın hafta sonu harçlığına güzel bir katkıda bulundular. Daha sonra Taşbina da yemek için sözleşildi. Gerçekten Taşbina taş gibiydi :)) Neden bizim zamanımızda bu tarz gelişmelerin olamıştı ki? Akşam yemeğinin en büyük sürprizi Ergül Han hocamızdı. Bütün arkadaşlar yıllardır içlerinde yer eden soruları kendisi sordu ve hocamızda hepsine teker teker samimiyetle cevap verdi. Yıllar önce biri bana Ergül Han hocayı böyle anlatsa kesinlikle inanmazdım.. Beni en şaşıran olaylardan biri de Ergül Han hoca Murat arkadaşımızı görünce'' seni tanıdım ben ''dedi .Murat'ın hocaya cevabı da '' Ben de sizi tanıdım hocam''.!!!!! Daha sonra Ergül Han hoca da dahil olarak Hayal Kahvesi'ne geçildi. Hocamız ile burda dans etme şerefine de ulaştık :)) Gecenin olayı Sertab'ın Erovizyon zaferiydi tabi ki lakin H.Kahvesi'nde bu şarkı mevcut değildi.Şaşırmadım... Yağmur da dans süperdi..Onur Lokantası'ndaki çorbalar da öyle.. Pazar sabahı okula gidildi.. Yıllar sonra 3.no'lu amfi de sıralarda oturmak gerçekten etkileyiciydi. Yılmaz Hocamız konuşurken itiraf ediyorum bir ara gözlerim doldu. Yıllarca o sıralarda kim bilir ne farklı duygular ve beklentiler ile oturmuştuk diye aklımdan geçti. İnsan yıllar sonra yaşadığı yerlere gidince ister istemez bir şekilde kendisiyle muhasebe yapıyor belkide yaşadığı hayata dair. Şunu da eklemek isterim ki Eskişehir'de bulunduğum iki gün süresince yüzümden gülümseme eksik olmadı. Okulumda bulunmak beni çok mutlu etti. Pilavlar yendi eski arkadaşlar ile sohbetler edildi. Ve gelecek sene bir daha görüşmek üzere takvimlerde Mayıs'ın son haftası işaretlendi... Lakin gidilemedi....

Müzik Aşkı

Lise yıllarımdaki gruplarının tadı başkaydı. Popüler kültür etkisiyle kısa ömürlü tüketilen şarkılar yapılmazdı. Şarkılar ağızlara sakız olup akabinde unutulmazlar uzun yıllar her çalındığında aynı keyfi yaşatırlardı. Uzun zamandır bu tarzda müzik dinlemiyordum. Yaşlar ilerledikçe türler ve tarzlar değişiyor normal olarak. Eskiden dinlediklerimi de bırakmıyorum tabi ki ama artık grupları güncel olarak takip edemiyorum. ( Metallica'yı takip olayım bitmedi ama son dönem çalışmaları da pek memnun etmedi beni..) Lakin son dönemler de eski dinlediklerim çok daha keyif veriyor bana. 1984 yılı hazırlık sınıfındayım.Hepimiz birbirmizin davranış ve hareketlerinden etkilenirdik. Bir arkadaşım '' Big in Japan '' diye bir şarkı çıktığını söyledi ve bu şarkıyı bir şekilde dinledim… Artık hayatımda ki müzik olgusu o günden sonra sonu gelmeyen bir tutkuya dönüştü. Evet tam 21 sene olmuş.Bu işi daha ciddi takip olayım ise hazırlık sınıfında iki arka sırada oturan arkadaşım sayesinde olmuştur. Kendisi çok sıkı bir Heavy Metal ve Hard Rock dinleyicisiydi. Tabi ki abisinden dolayı gelen bir ilgi ve meraktı ayrıca abisinin bir rock grubu vardı ki o yıllarda önemli bir aktiviteydi rock müziğinin Ankara da gelişmeye başladığı yıllar da. Yurtdışından plaklar getirtiyordu. Ve onun sayesinde Metallica,Twisted Sister,Scorpions ile tanıştım. Harçlıklarımızdan biriktirdiklerimiz ile Bravo dergisi alırdık . İngilizce öğrenim gören bizlerin Almanca dergi almasıda ayrı bir tartışma konusu olabilir aslında. Bravo'da sınırlı sayıda HM grupları çıkardı. Daha sonra Metal Hammer ve Kerang öğrenildi. İstanbul'a geldiğim zamanlarda Bahariye'de bir pasajın altı vardı eski dergiler satan sanırım aynı dükkan hala orda.Tam pasajın en sonunda sol tarafta eski sayılar olurdu. Daha ucuz olması itibariyle elimdeki parayı o dergilere yatırırdım. Sömestre tatillerinde İstanbul’a geldiğimde hazine bulmuş gibi bu pasaja giderdim. Hey dergisini takip ederdim ayrıca daha sonra Blue Jean çıktı. İlk çıktığı sayısını çok net hatırlarım.1985 yazında babamın teftişi nedeniyle Artvin'deyken ''Live Aid''konseri olmuştu. Dergilerde gördüğüm grupları televizyon da seyredince büyülenmiştim resmen.Birde yılbaşı gecelerinin en sonunda geç saatlerde müzik programı olurdu.Bir yılbaşı Europe. Final Countdown olayı vardı ki en güzel yılbaşı hediyesiydi. Ne büyük keyifti.Oldum olası uzun saç şeklini çok severim ve adamların o tarzı çok hoşuma giderdi.TRT2 de ise Duran Duran konseri vardı.Günlerce sınıfta birbirimize anlatmıştık. Birde DD'nin kaza geçirdiği ve John Taylor'ın öldüğüne dair söylentiler dolaşmıştı.Sınıftaki kızlar o gün ağlamıştı.İlerleyen sınıflarda grup kurma hevesine girdik ve bir Rock grubumuz oldu.Adı ise Anti-silence :))Müzik derslerinde piyano başında bestelerimizi çalardık. Daha sonra okul konserleri,yarışmalar ve mezuniyet gecesi performansımı olarak devam etti.Boş derslerde sıra kapaklarına vurarak şarkı söylerdik.En iyi davul sesi hocanın kürsüsünden çıkardı.Tam bateri soundunda. Favori şarkımız Queen -I want it all-'du. Yıllar geçip gidiyor ve müziğe olan sevgim ve ilgim hiç değişmiyor.
Adına tatil dediğimiz, işe gitmenin gerekmediği buna bağlı olarakta sabah erken kalkma zorunluluğu olmadığı günleri eğer evinizde geçiriyorsanız nedense çok boş gibi geliyor insana... Uzun tatillerde bir yerlere gitmenin verdiği duygu insana tatil yapmış olduğu hissini veriyor en azından bana...