11/14/2008

Egemen ve Rüzgar'lı 40 gün


Egemen ve Rüzgar’ın aramıza katılmasından bugüne kadar yaklaşık kırk gün geride kaldı. Yeni hayatımın ilk kırk günü beklendiği gibi uykusuzluk, yorgunluk ve karmaşa ile geçmesinin yanında bir o kadar da kelimelerin tanımlayamayacağı bir sevgi yoğunluğu içinde geçti.
Bundan sonra kendimi ifade etmek adına yazacağım her satır, anne ve babalık duygusunu yaşayan herkesin dile getirebileceği duygular olsa da ben bir kere daha satırlara dökmek istiyorum.
Egemen ve Rüzgar ile birlikte olmak dünyanın en güzel ve özel anları benim için. Hayatımın bundan sonrasında onlarsız bir dünya düşünemiyorum. Onlara duyduğum sevginin tarifi , boyutu, hacmi yok. İki tam günü onlar ile birlikte vakit geçirebilmek için. haftasonlarını iple çekiyorum.

Annemin benim için hissetiklerini, endişelerini ve sevgisinin sonsuzluğunu çok daha net anlıyorum. İstisnaların kaideyi bozmayacağını varsayarak hayatımızda bizler için çizilen ve genelde çoğumuzun izlediği eğitim,kariyer ve evlilik döngüsünün en son halkası olan çocuk sahipliği safhasından sonra artık hayata dair beklentilerin sonuna gelindiğine dair bir kanı vardır. Oysa ben şimdi anlıyorum ki hayatımın bundan öncesi çocuklarımı büyütebilmek için bana verilmiş bir hazırlık dönemiymiş. Gereken donanımları edinmeme ve onların geleceğini hazırlamama imkan sağlayacak süreçmiş geçen otuzbeş sene.
Artık hayatım tam anlamıyla gerçekten başladı ve sabırsızca onların büyümesini ve geçen haftalık, aylık ve yıllık evreleri bekliyorum. Tabi ki sabırısızım ama aceleci değilim.Kırk gündür oğullarım ifadesiz olarak bana bakıyorlar bundan sonra gülücüklerini göreceğim zamana odaklandım. Bu zaman dilimleri yavaş yavaş ilerleyecek.
Kısaca çok keyifli bir yolculuğun daha başındayım.

10/17/2008

Egemen ve Rüzgar Badalıoğlu'nun Doğum Hikayesi


Yıl 2008, ekim ayının sekizinci günü, sonbahar güneşinin etrafı ısıtabilen son demlerindeyiz.
Üç buçuk saat kadar uyumuşum. Bir haftadır ısrarla ağrıyan şakaklarım uykusuzluk ile birleşince gözlerim şişmiş.
Günler, haftalar, aylar geçmiş ama saatler nedense geçmemekte ısrarcı.
Hale bir kaç saat sonra doğum yapmayacakmış gibi dışarlarda koşturmaca da.
Bende lacivert takımlarımı hazırlıyorum malum doğum ciddi iş.
Saat 14.00 gibi hastanedeyiz. Daha doğuma iki buçuk saat var. Odamıza yerleşiyoruz. Yavaş yavaş aile efradı ve dostlar toparlanıyor. Çok değil bir kaç saat sonra hastaneyi inletecek ve diğer hasta yakınları ile hemşireler tarafından uyarılacak olan koronun elemanları olarak herkes heyecan içinde.

Bu sırada hastaneye bizden önce gelen doğum fotoğrafçımız Özer Özyön yavaş yavaş ısınma fotoğraflarını çekmeye başlıyor.
Düğünümüzden sonra bir kere daha sadece bizim için objektifler üzerimizde.
Yaklaşık elliye yakın doğuma katılmış olan Özer içinde ikiz doğum çekimi kariyerinde bir ilk. Ve nefis kareler, ölümsüzler anlar yakalıyor hayatımızın en önemli gününde.
Saatler ilerledikçe kendisinin desteğiyle harika bir hamilelik süreci geçirdiğimiz doktorumuz Uzm.Dr.Bora Cengiz’in halen hastaneye gelmediğini öğreniyoruz.
Klinikte işlerinin bitmediğini ve çıktığında da bir İstanbul klasiği olarak trafikte kaldığının haberi geliyor akabinde stresim bir kat daha artıyor. Bora Bey’den önce assistanı geliyor saat 17.00 gibi operasyonun başlayacağını söylüyor ve bir kat artan stresime beş kat daha ekleniyor.

Saatler 17.00’yi gösterdiğinde Hale operasyona girmeye hazır. Bende kameralarım eşliğinde ameliyathane katına iniyorum. Tabi bu sırada gözyaşları sel olmuş Acıbadem yokuşundan Kadıköy’e doğru akmakta.
Doğumdan çok zaman önce kararlaştırdığımız ve doktorumuzdan da onay aldığımız benim de doğuma girme olayım ameliyathanenin kapısında hayal kırıklığı ile sonlanıyor. Hastanenin kurallarına göre fotoğrafçılar ve sağlık memuru olan babalar dışında kimse Acıbadem Hastanesi’nde doğuma giremezmiş. Tabi biz bu durumu doğuma dakikalar kala öğreniyoruz. 
O anda kan namına vücüdumda dolaşan kırmızı renkli ne çeşit sıvı varsa beynime doğru hücuma geçip kafamın içinde trampet çalmaya başlıyor.
Uzun zamandır hayalini kurduğum , çocuklarımın doğumuna tanıklık edememek beni ziyadesiyle üzerken sesimin tonunuda bir kaç perde artış ve tüm ameliyat ekibinin beni meraklı bir o kadar şaşkın gözler ile seyretmesi ve doktorumuzun istersem doğumu başka bir hasteneye alabilme olasılığımızı hatırlatırken bunun imkansızlığı ve gereksizliğini aynı anda aklımın bir tarafında düşünürken bir yanda da ortalığı ne kadar karıştırsam bir şans yaratırmıyım acaba diye gerginliği tırmandırıyordum. Sonuçta ise tıpış tıpış ameliyathane kapısının önünde yerimi alıyor ve dokuz doğurma safhasına geçiyorum.
Geçen bir on dakika sonrası çıkmayan candan ümit kesilmeyerek ameliyathaneye davet ediliyorum. Zafer kazanmış komutan edasıyla soyunma odasına giderek üstüme değiştirerek, ameliyathanede giyilmesi gereken giysileri kuşanıp kendimi Hale’nin başucuna atıveriyorum.
Tabi kameramı ordaki sağlık memuruna teslim ederek hayatımız boyunca unutamayacağımız doğum anlarının çekilmesine vesile oluyorum.

Hayatımda ilk ve umarım son defa ameliyathanedeyim. Herşey doktorlar dizisi gibi. Bir masa ve etrafında sadece gözleri görülen insanlar. Çeşitli cihazların başında onu kontrol edenler ve soğuk bir hava. Beni kan tutmasına karşı uyaranlar ise doğumun her anının içinde olacağımı o anlarda bilemiyorlar hatta bende bilmiyorum.

Operasyon fiili olarak başlıyor ama çalışmayan bir şeyler var. Doktorumuz ve ekibin uğraşları sonucu ne olduğunu bilmediğim alet bir süre sonra çalışıyor ama o sırada sanki vakit hiç geçmiyor. Ön hazırlık aşamalarından sonra etrafta dönen konuşmalardan artık doğum anının başlamak üzere olduğunu anlıyorum.
İlk olarak ağlayarak Rüzgar dünyaya geliyor arkasından Egemen uyur halde sessiz ve sedasız bir şekilde doğuyor. Egemen’i öyle hareketsiz çıkarıldığını gördüğümde bir an zamanın akışı kesiliyor ve neden sesi çıkmıyor diye soruyorum etraftaki sağlık ekibine. Doktorumuz da ‘’işte babaları bu yüzden doğuma almamak lazım’’ diyor yanındakilere. Bebekler temizlenmek üzere yan taraftaki bölüme alınıyor. Halen Egemen’den bir ses bir nefes yok. O sırada ekip müdahale ediyorlar ve bana yıllar gelen bir kaç dakikadan sonra Egemen oğlumunda sesini duyuyoruz.

Evet benim tarafımda babalık artık başlıyor. Hemen bebekler temizlenip göbek bağları kesiliyor ve havlulara sarılıp annelerinin sağ ve sol yanına iliştiriliyor. Bir anne için dünya üzerindeki en değerli an yaşanıyor. Bunları betimleyecek fazla sözcük olmadığı için bir sonraki sahneye geçiyorum. Evet sonraki sahne ve sahneler her doğum sonrası yaşanan klasik görüntüler. Sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar ve sarılmalar birbirine karışıyor.

Ocak ayında başladığımız maraton ekim ayının sekizinci günü mutlu son ile noktalanıyor.
Bu zorlu süreçte yanımızdan hiç ayrılmayan ailelerimize, akrabalarımıza ve yakın dostlarımıza bir kere daha teşekkür etmeyi borç bilirim.
Dünyamıza gelerek hayatımın bundan sonraki dönemine anlam ve değer katan canım oğullarım Rüzgar Oktay ve Egemen Arif’e de sayelerinde babalık onuruna ve duygusunu tattığım için ayrıca teşekkür ederim.
Teşekkürün en katmerlisi ise 37 hafta boyunca oğullarımızı taşıyan, o kadar zorluklara, sıcak bunaltıcı yaz gecelerine rağmen bir kere bile şikayet etmeyen, anneliği bir değil iki kere hak eden, bana dünyanın en güzel iki bebeğini veren biricik eşim Hale’nindir.

Gökten üç elma düşer genelde ama bu sefer dört tane düştü. Biri Rüzgar’ın , biri Egemen’nin, biri Hale’nin, biri de benim başıma...

9/25/2008

Hayat Devam Ederken

Yaşamın normal seyrinde akıp gittiği , sanki öylesine yaşayarak günleri arka arkaya devirip geride bıraktığımız zamanlarda hayat bir anda ortaya öyle olaylar koyar ki aslında monoton gözüken sıradan hayatımızın ne kadar değerli olduğu olgusunu hatırlatır.

Eylül ayının ilk haftası yaşadığımız annemin kalp krizi geçirmesi ve sonrasında geçen süreç, anlatmaya çalıştığım hayatın değerine dair verebileceğim en çarpıcı örnektir.

Otuzlu yaşlarımın tam ortasına geldiğim bu dönemlere baktığımda yakın çevremde ki dünyaya gelenlerin sayısının önemli ölçüde artması yanında, uzun yıllardır yani küçüklüğümden beri tanıdığım bildiğim yakın çevrem olsun dış dünyadan olsun hayatını kaybeden insanların sayısının çocukluk ve yirmili yaşlarıma kıyasla belkide göreceli olacak ama bana çok fazla geldiği duygusudur.

Çok klasik ama çokta doğrudur ki insan yaşlandığını kendisinden büyüklerin sayısının giderek azalmasıyla farkına varıyor. İnsan çocukluk ve gençlik dönemlerinde aile büyükleriyle sanki her daim bir arada olacakmış gibi onları hiç kaybetmeyecekmiş gibi düşünüyor. Hayatın gerçekleri ile karşılaşınca ise bir dolu havada uçuşan duygu ve düşünce ile kalıveriyor bir anda.

Ne mutlu ki geçen ay yaşadığımız bunalımlı günler yerini sağlık haberlerine bıraktı ve oğullarımın gelişinin heyecanına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Doktorumuz Bora Bey’in belirlediği tarih 9 Ekim Perşembe günü fakat bu tarihe kadar her an doğum gerçekleşebilirmiş. Bu yüzden hazırlıklı olmalıymışız. Zaten geçtiğimiz iki haftadan beri her şekilde hazırlığımız tamamlandı. Hale’nin bavulu kapının yanında hazır olarak bekliyor.

İşin adrenalin yüklü tarafı ise doktorun söyledikleri. Bebekler ne zaman canları isterse gelebilirlermiş ve bu durum genelde gece saatlerinde vuku bulurmuş. İşte baba olmak bundan sonra başlıyor diye düşünüyorum. Hamilelik süresince her türlü sıkıntıyı yaşayan anne artık yükün bir bölümünü de babaya aktarıyor.

Babalar için hamilelik en rahat dönem sadece rutin hayata ev işleri dahil oluyor. Bu süreçte ortada henüz birşey olmadığı için babalık duygusunun farkındalığı çok düşük. Fakat doğum sancıları başladığında babalık o an itibariyle başlıyor.

Kişisel öncelikli tercihim olan sancı yaşanmadan beklenen tarihte doğumun olması sonucunda ise sanırım oğullarım ile karşılaşılaşacağım ilk an babalık duygusunu tam anlamıyla hissedeceğim diye düşünüyorum.

Hayatımızda uzun veya kısa olsun belirlenmiş zamanların geçmesi zorunlu olduğu durumlar vardır. Başarılı olduğunuza emin olup sonucunu beklediğiniz sınavlar gibi askerliği tamamlayıp eve döneceğiniz terhis günü gibi çok iyi geçmiş bir iş görüşmesinden beklenen işe kabul edilme haberi gibi.

Fakat insanın çocuklarının doğacağı günü beklemesi ve bunun için en az yedi ay boyunca günleri, haftaları sayması diğer hiç bir duruma benzemiyormuş. Yaşamış ve tecrübe etmiş oldum.

Son günlere doğru yaklaştıkça bu duygu iyice değişik formlara giriyor ve düşünceler sürekli o günün üzerinde yoğunlaşıp tekrar tekrar beyinde yaşanıyor. Daha önceden hiç bilmediğim sadece çevremden gördüğüm ve duyduğum bir hayat düzeni içine giriyorum ki bu hayat belki yıllar boyunca benim değil doğacak çocuklarımın üzerine inşa edilecek olması gerektiği gibi.

Günlerce, aylarca, yıllarca sürecek hareketli bir çarkın içine gireceğim fakat şu anda öyle bekliyorum sessizce tam anlamıyla kuzu gibi.

Ve hayatımda ilk defa bir belirsizlik beni hiç endişelendirmiyor, korkutmuyor.

7/28/2008

Hayat Devam Ederken

Hayat her gün yeniden başlamaya devam etti geçen iki ayda.

Daha da bir heyecan ve sabırsızca başladı her yeni gün. Ekim ayının ilk haftasına kadar da sürecek bu maraton.

2008 senesi Badalıoğlu Ailesi tarihinin en önemli senesi olarak yerini aldı yıllar arasında.

Aile ikiden dörde mutluluklar milyon kare dörde katlandı.

Bu arada yeni bir iş , yeni bir ortam 20.06.2008 itibariyle özgeçmişimin en sonundaki yerini aldı.