3/09/2010

Deprem ve Makus Talih

Türkiye de gündem bir kere daha Elazığ’dan gelen deprem haberiyle değişti. Dünyanın başka bölgelerinde aynı şiddetteki depremlerde can kaybı yaşanmazken ülkemizde 51 vatandaşımız hayatını kaybetti. Deprem sonrası Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Deprem Danışma Kurulu üyesi Prof. Dr. Mithat Fırat Özer’in, Elazığ'daki depreme ilişkin olarak, ''Burası zaten deprem beklediğimiz bir bölgeydi. Son bir yıllık depremler ve özellikle son bir ay içinde küçük bir deprem aktivitesi ortaya çıkmaya, dikkat çekmeye başlamıştı zaten'' şeklinde yaptığı açıklamanın ise hangi sebeple yapıldığını anlayamadım. Madem bölgede deprem beklentisi vardı neden önlem alınmadı ?

Bir defa daha görüldü ki deprem değil bina öldürüyor. Hayat şartlarının zorluğu nedeniyle kerpiç evlerde oturmak zorunda kalan vatandaşlarımız bir kere daha kaderin tokadını yemiş oldular. Aynı bölgede 1983 yılında meydana gelen 6.9 büyüklüğünde ki depremde de kerpiç evlerin yıkılması sonucu 1155 kişi ölmüş, 1142 kişi yaralanmıştı. 27 yılda değişiklik olmadı, yine kerpiç evlerde vatandaşlarımız hayatlarını kaybetti. Telefonların ceplere girdiği, görüntülü konuşmaların yapıldığı bir çağda, Türkiye de insanların fakirlik yüzünden oturmak zorunda oldukları kerpiç evlerin yıkılması sonucu ölmesi çok acı ve kabul edilebilir değil. Görülüyor ki Türkiye’nin batısı gelişiyor ama doğusunda yaşam şartlarında değişen bir durum yok.
Her ne kadar batının doğuya göre geliştiğini kabul etsekte olası bir İstanbul depreminde yaşanacak felaketin boyutu yetkililerin söylediği gibi 30.000’den çok daha fazla olacağını düşünüyorum. Gebze ve Çatalca arasındaki bölgede Türkiye nüfusunun önemli miktarının yaşadığını ve doğudan batıya göçenlerin doğudaki yaşam koşullarını batıda devam ettirme zorunluluğu ile çarpık kentleşme ve sonucunda da denetimsiz yapılaşmayı gözününe aldığımızda uzmanların önümüzdeki 50 sene içinde olmasını bekledikleri muhtemel depremde yaşanacak can kayıplarının ağırlığı gelir seviyesi düşük halkın yaşadığı bölgelerde olması büyük ihtimalle olasıdır.

Ne yazık ki bu ülkede depremin nedenini Allah’ın gazabına bağlayan zihniyet var olduğu sürece makus talihimize dur diyecekleri bekler dururuz.




3/02/2010

Mart Gündemi

Bahara adım attığımız bu günlerde ülke gündemi de bahar havası gibi baş döndürüyor.
Siyaset, magazin ve futbol ağırlıklı gündem konuları bir bir havada uçuşurken hepimizin gözü kulağı son dakika haberlerinde. İşlerimizi hep son dakika da halletmeyi seven biz Türkler için son dakika haberlerinin anlamı büyük.

Bizim evde ise gündem Egemen ve Rüzgar’ın yaramazlıklarıyla şekillenmekte.
Yaklaşık altı ay önce tam anlamıyla yürümeye başlayan kardeşler yüzünden oturma odamınızın yerleşim düzeni sürekli değişiklikler gösteriyor. Çünkü televizyona tırmanmak, dekoderin kartını ve kablolarını çıkarmak, elektrik prizlerine parmak sokmak gibi meraklarını önlemenin tek yöntemi odanın çeşitli yerlerine zigonlar, sandalyeler ve koltuklar ile kurduğumuz barikatlar sonucu ortaya çıkan yeni trend ev dekor çeşitlemeleri.

Aslında çocuklu ailelerde en iyi çözüm eşyasız, sadece halı ve minder olan evler diye düşünmekteyim.
Bu durumda tırmanma kabileti olan çocuklar istedikleri durumda duvarlara bile tırmanabilirler.

Yargı mensupları ile ısınan gündem, arkasından ordu mensuplarının gözaltıları ile alevlenirken uyuşturucu operasyonu ve Tarkan’nın sorgulanması ile ateş topu halini aldı. Bunların yanına Fenerbahçe’nin başaşağı gidişatı da eklenince muhtemelen yazılı ve görsel medya mensupları mesai üzerine mesai yapmaya başladılar.

Her gün televizyonlar birbilenler, bilirkişiler ve konunun uzmanları ile dolup taşıyor. Saatlerce konuşuluyor, sayfalarca yazılar yazılıyor ama ülkenin kaçta kaçı bu insanları dinliyor ve okuyor çok merak ediyorum açıkçası.

Medyanın gündemi ile sokağın gündeminin çok farklı olduğu kanısındayım. Bazı gündemler bir takım medya tarafından halkın gözüne sokulurken bir kısım medyanın ise hiç umurunda olmuyor.
Ulusal olarak nitelendiren kanalların yayın akışları ile uydudan yayın yapan yerel kanalların yayın akışlarları incelenirse bu kapsamda belirttiğim gündemin farklılığını daha net ortaya çıkacaktır.

Tek ortak gündem maddesi ise kuşkusuz futbol. Her Türk vatandaşının bu konuda söyleyeceği mutlaka bir iki cümlesi bulunmaktadır. Bende futbol konuşmaktan ve yazmaktan büyük keyif alıyor olsam da futbola bulaşmamış olmayı tercih ederdim doğrusu. Artık geri dönüş yok ve futbol virüsü yaklaşık otuz senedir kanımda dolaşmakta. Sorumlusu da babamdır. Sanırım ilerleyen yıllar da da Egemen ve Rüzgar’ın sorumlusu ben olacağım. Bayrak yarışı gibi bir durum .

Futbol demişken futbol gündeminin beni ilgilendiren kısmında neler var?

Normal olarak öncelikle Galatasaray tabi ki.

Uzun bir aradan sonra geçen perşembe günü (25.02.2010) Galatasaray’ın Atletico Madrid ile oynadığı UEFA kupası maçına gittim. Çünkü bu sezonun en önemli karşılaşmasıydı. Biletler satışa çıkar çıkmaz bitmiş, karaborsa da en az iki katı fiyatına satılmaktaydı. Maçtan aklımda kalanlar ise; daracık bir kapıdan ezile büzüle polis kontrolüne erişebilmemiz, sonra rahatça içeri girmek ve maç başlamasına yarım saat kaldığı için merdivenlerde ayakta durmak zorunluluğu.

Çıkış ise çok kolaydı; malum son dakika golünden hemen sonra stad boşalmadan çıkış kapısının yolunu tutarak kalabalığı geride bıraktım.

Maç başlamadan eski açık tribünün yaptığı gösteri gerçekten çok başarılıydı. Futbolcular sırayla tribünlere çağrılırken en son olarak kıdem itibariyle takımın en genci Emre Çolak yumruk şova davet edildi. Ayrıca Emre, Sabri abisinin klasik hareketi olan üçlü çektirme hareketinide seyircinin tezahüratı sonucu tribünlere yaptırdı. Sanırım bu hareket Sabri’den sonra Emre’ye geçecek, bundan dolayı ön bir deneme çalışması yaptılar.

Her maçta olduğu gibi maçı seyretmeden sırtını sahaya dönüp insanları tezahürat yapmaya yönlendiren hatta bunu görev edinen kişiler vardı. Şunu anladım ki artık benim maçlara gidip güruh ile birlikte bağırma, zıplama dönemim geçmiş. Maçı ve saha da olup bitenleri sakince seyretmek çok daha keyifli. Çok fazla da bağırmadım zaten. Sanırım takımını az destekleyen taraftar hanesine kayıt edilmişimdir. Maçın havasını, ortamını yaşamak, yapılan hareketlere tanık olmak gerçekten yaşanması güzel duygular ama evde sakin, huzurlu ve konforlu maç seyretmek, pozisyonları ve golleri tekrarlarıyla seyretmek daha cazip kırklı yaşların arifesinde. Tabi tarihi olarak nitelendirilecek maçlarda stadın havasını solumak ayrı bir durum, aslında bu maça gitme sebebimde tarihi bir maç olacağına inancımdı fakat olmadı.

Klüpler seviyesinde Avrupa kupalarında ki maceramızda Fenerbahçe ile birlikte başka bahara kaldı.
Milli takımlar seviyesindeki maceramız ise çoktan gelip geçmişti. Neyse ki Atletico Madrid maçı sonrası ligde ki ilk maçımızın, açık futbolu benimseyen Yılmaz Vural’ın Kasımpaşa’sı ile oynanması, dört gollü galibiyet ve takımın lig başlangıcında oynadığına benzer ofansif futbolu, Eskişehir maçına kadar yüreklere su serpti.

Diğer taraftan üst üste yedinci maçını da kazanamayan Fenerbahçe de kazanlar kaynamaya, Her Daum’un suyu ısınmaya başladı. İçerisinde Rıdvan Dilmen’nin de bulunduğu bir grup yorumcu ve köşe yazarı şimdiden şampiyonluğun gittiğine dair kehanetlere başladı bile. Geçtiğimiz sezonlar da dokuz-on puan geriden gelerek şampiyonluk yaşayan takımları hatırlarsak şimdiden kopartılan bu fırtınanın ne kadar yersiz ve sadece gündemi meşgul ederek bir grubun taraftarlarına yönelik gazete satmak ve tv seyrettirmek amaclı hareketler olduğunu düşünmek anlamsız olmaz.

Bu düzmece gündemler sırayla Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor için oluşturularak lig sonuna kadar servis edilecektir. Bu arada geçen sene yere göğe sığdırılamayan Sivasspor’a olan basının şimdiki ilgisinin ne derece olduğunu da hatırlatmak isterim. Geçen sezonun ilk yarısı kimsenin dikkate almadığı Beşiktaş sezonu iki kupayla kapatmıştı. Bu senede aynı şekilde Fenerbahçe iki kupayı da alırsa bu kadar olumsuz konuşan yazar, yorumcu tayfası neler söyleyecek gerçekten merak ediyorum.
Umarım bu öngörüm gerçekleşmez ve yorumcular haklı çıkar. Bende boş yere merak ederim.

Türkiye daha önce hiç tanık olmadığı olaylar tünelinden geçiyor. Belki bir on yıl önce gerçekleşmesi imkansız gibi görünen olaylar normalleşme adı altında yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Bir tür hesaplaşmanın sonucu gibi algılanan ve kamuoyunun tanıdığı bir çok isme hayatlarının en zor günlerini yaşatan, korku ve gerilim filmi olarak başlayan olaylar her geçen gün başka bir dram olarak gündemde ki yerini bir sonrakine bırakıyor. Filmin sonu kaygı ve endişe ile bekleniyor. Nedense gözümün önüne Red Kit’in çizgi filmlerindeki omzunda akbabası ile ellerini kavuşturmuş bekleyen cenaze levazımatçısı geliyor.

Ayrıca yine Galatasaray maçıyla aynı tarihte aramızdan ayrılan İhsan Doğramacı’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Bulutsuzluk Özlemi’nin YÖK’ün Yıldönümü şarkısını da seksenli yılların üniversitelilerine ithaf ediyorum.


Yök'ün Yıldönümü


Uzun, yorucu, felaket, parasız

Bitmez tükenmez, günler geceler

Binlerce test çözüp, sınavlardan geçtin

Ö.S.S. ve Ö.Y.S. bir sürü bilmece


Belki en yakın arkadaşınla

Yarıştırıldın ve sen kazandın

Önünde hep söylenen sonsuz ufuklar

Geçmişte kalmıştı bütün zorluklar


Oysa senden beklenmezdi senden istenmezdi

Tuhaf şeyler düşünmek tuhaf şeylere takmak

Yeni bir dönemdeydin sen üniversitedeydin


İndi kalktı coplar, kollar yoruldu

Kızlar tekmelendi, yerlerde süründü

YÖK’ün yıldönümüydü.


Yerlere uzattılar, yaka paça tuttular

Otobüse doldurup, merkeze kapattılar


YÖK'ün yıldönümüydü

Altı Kasım Doksanaltı Bu hep aklımda kaldı

Ye nokta Ö nokta Ke Yani YÖK

YÖK'ün yıldönümüydü